Ben küçükken -çok klasik- evcilik oynardık mesela. Doktorculuk falan da uydururduk kendimizce. Annelerimizin yaptığı gibi, aynı mahallede oturan birkaç kadın olurduk bazen oyunlarda, güya hayali evlerimizde birbirimize ziyaretlerde bulunurduk. Çay, kahve ikram ederdik.
Çamurdan pastalar yapardık sonra. Suyla karıştırdığımız toprağı, en az beş farklı kıvamda yapar, sokaklardan topladığımız pet şişelere, eski kırılmış tabak, çanaklara bunları koyardık. Yine eski bir cola şişesine çay hazırlardık. Suyun içine kattığımız bir tutam topraktı yine çayımızda. Mahalledeki şeker, sakız kablarını toplar, içine minik taşları koyup sanki bayramda yeni alınmış çikolatalar gibi sıralardık. Onlar bizim için çok lezzetli çikolatalara dönüşürdü bir anda. Sonra da bunlarla saatlerce oynardık.
Mahallemize pamuk şekerciler, macuncular, leblebiciler gelirdi. Şimdi hiç yemem mesela pamuk şeker. O zamanlar favori tatlımdı sanki. Çubuğa dolanmış, kar yığınını büyük bir afiyetle mideye indirirdim. Sonra haftada bir gelen leblebicisi vardı mahallenin. Havası inmiş toplarımızı, başları eskimiş muslukları ona verir, bir avuç leblebi, üzüm, çekirdek alırdık. Küçücük ceplerimi onlarla tıka basa doldurur, bütün gün yemek niyetine onunla karnımı doyururdum.
Şerife Teyze'miz vardı mesela... Şeker Annemiz... Okuldan geldiğimizde evde bulamazsak kimseyi -ki bu çok önemli durumlarda olurdu- girerdik evin birine ısınırdık. Güzelce doyururlardı karnımızı. Sokakta kalmazdık asla. Başımıza bir şey gelir derdi de olmazdı.
Tatillerde ya da yazın hava kararmadan okuldan çıktığımızda evin önündeki sokağa, bulduğumuz kireç parçalarıyla sek sek çizerdik ya da bizim tabirimizle çizgi oynardık. Kimse kayıtsız kalmazdı mesela. Bazen koca koca kadınlardan bile oynayan olurdu. O kadar heyecanlı olurdu ki sıkılıp bırakan pek olmazdı. Annesi bir yere gönderen olursa üzülürdü herkes. Tekrar tekrar oynardık.
Günün ilerleyen saatlerinde oyunların rutini de değişirdi. Hava biraz puslanınca yerden yükseğe dönerdi oyunun akışı. Merdivenler, bazen yüksekçe bir taş, bazen de bahçe duvarları bizim kurtarıcımız olurdu. Hele ki bir gün mahalleden bir çocuk can havliyle ağacın tepesinde almıştı soluğu. Hava iyice kararınca saklambaç olurdu oyunun adı. O akşam hangi talihsiz ebe olduysa çekmediği kalmazdı garibimin. Birbirimizin şapkasını, kazağını, montunu giyip ebeyi yanıltır, çanak çömlek patladı diye saklandığımız yerden çıkar, ebe kimseyi yakalayamadan, tekrar tekrar ebe olması için onu zorlardık.
Ben ve kardeşim şanslı olanlardandık. Çünkü kocaman bir balkonu vardı evimizin. Salon gibiydi. Yazın halı, yün yıkanırdı orada. Köşesine de bir şömine yaptırmıştı babaannem. Mangalın, güveçte türlünün, közlemenin tadını da en iyi ben bilirim. Ramazan'da babaannem akşamdan bazlama hamuru yoğurur, gece için pişirirdi bunları. Sıcak sıcak yensin diye...
Bayramlarda evde durmazdı kimse. Özellikle Ramazan Bayramı'nın ilk günü eline poşeti alan mahallenin çocuklarıyla şeker toplamaya giderdik. O zamanlar sokaklarda sapıklar yoktu. Çocukları rahatsız eden birini gördüklerinde mahallenin ne yapacağını tahmin bile edemiyordum. Kaç sokak aşağıdaki evlerin kapısını bile korkusuzca çalar, bayramlarını kutlardık. Mahalle fakirdi ama hiçbiri boş çevirmezdi bizi. Birkaç şeker, çikolata tutuştururlar, hatta bazıları yaptıkları ev tatlılarından ikram ederlerdi.
Sobalıydı evimiz... Kestane kebapın, patlamış mısırın, kızarmış ekmeğin tadını benden iyi kimse bilemez. Şimdi yediklerimizde kestane mi acaba? Sabahları annem bize ekmek kızartırdı, akşamları kestane yapardık kışın. Sobalı dedim ya kışın mahalleyi yoğun bir kömür kokusu alırdı. Hele ki çok soğuklarda hafif sis bile olurdu. Kötü bir koku olsa da sobanın sıcağını, ne kalorifer ne klima tutar. Soba yanan oda fırın gibiyken, diğer odalar buz gibi olurdu. Bu yaşıma geldim nerede soba görsem hemen yapışırım yanına. Eski günleri hatırlatır bana hep.
Mahallemizde yokuşlar çoktu. Kar yağdığı zaman, hele ki okulda tatil olduysa bizden daha mutlu kimse olmazdı dünyada. Normalde karlı yolda kayıp düşeriz diye korktuğumuz halde yokuştan kaymak için hemen orada alırdık soluğu. Üstümüz başımız kar kaplı, ellerimiz donmuş bir halde dönerdik eve. Tabi soluğu titreyerek sobanın başında alırdık.
Yazında kendine ayrı bir güzelliği vardı. Ağaçlardan olmamış meyveleri koparır yerdik mesela. Tabi zılgıtı da yerdik onunla birlikte. Midemiz ağrısa da sorun değildi bizim için. Mahalleli kadınlar kapıların önünde oturup el işi yaparlardı. Çalışan kadın pek yoktu. Ev hanımıydı hepsi. Buna rağmen, kimi kazak örerdi, kimi oya işlerdi. Bir şekilde evlerine, geçimlerine yardım ederlerdi. Bir yandan da dışarıda, tüm gün oynayan yaşça bizden oldukça küçük çocuklarına göz kulak olurlardı. Kimi zaman herkes birer ikişer lira katar çekirdek alıp çitlerdik. O çekirdek kadar tatlısını hiç yememişimdir.
Bazen gürültümüzden rahatsız olurdu mahalledeki yaşlı insanlar... Hatta bizi bastonlarıyla kovaladıklarını hatırlarım. O zaman bizim oyunlarımızı bozdukları için çok kızsam da, sonradan gder ellerini öperdik arkadaşlarla. Büyüktür anlayışlı olmak lazım derdi anne babamız. Yangına körükle gitmezlerdi.
O mahalleyi gördüm birkaç hafta önce... O gecekondular, iki, üç gözlü evler yıkılmış, dümdüz olmuş. Oyun oynadığımız sokaklar genişletilmiş, geniş caddelere dönmüş. Yakında büyüdüğüm o evde yıkılacak, biliyorum. Geriye kalan tek hatıra benden birkaç yaş küçük olan dut ağacı olacak. Bir de bebekliğimden, çocukluğumdan kalan fotoğraflarla, hiç geriye dönememenin acısı...
Çok içten bir yazı olmuş, senin kadar renkli bir çocukluk geçirmedim ama etkilendim
YanıtlaSilTeşekkür ederim. Sadece içimden geldiği gibi yazdım.
YanıtlaSil