29 Aralık 2011 Perşembe

2 Broke Girls: Hadi Para Biriktirelim!


2 Broke Girls ya da benim tabirimle İki Çulsuz Kız, her bölümü yaklaşık yarım saat süren bir Amerikan komedi dizisi... Komedi deyince benim tercihim genelde Uzak Doğu yapımları olur. Çünkü Amerikalı'larla benim komedi anlayışımızın farklı olduğunu anlayalı uzun zaman oldu. Yine de 2 Broke Girls, kısa süren bölümleri ile izlenecek çerezlik diziler listesine giriyor.

Gelelim konusuna; Max, gündüzleri dadılık, geceleri ise garsonluk yaparak geçimini sağlayan orta karar Amerikalı bir kızdır. Çalıştığı cafeye, bir akşam Caroline adında son marka kıyafetleri içinde tipik bir sarışın gelir ve orada çalışmaya başlar. Sonradan anlaşılır ki Caroline bir milyonerin kızıdır ve babası dolandırıcılık suçuyla hapiste olduğu için hayatında ilk defa kendi geçimini sağlamaya çalışmaktadır. Bir süre sonra Caroline, Max'in cupcakelerinin tadını çok eşsiz bulur ve eğitimi sayesinde bir işletme açabilmeleri için onu cesaretlendirir. Dizide bu işletmeyi açmak için ikilinin nasıl para biriktirdiği ve her bölümde ne kadar para biriktirildiği anlatılmaktadır.


Peki, ben bu dizide neleri sevdim? Bir kere kafe çalışanları kendi içlerinde çok manyak tipler... Bana Avrupa Yakası'ndaki ofis çalışanlarını hatırlattı. 75 yaşında zenci bir kasiyer, sürekli seks düşünen bir Yunanlı ve işletmenin sahibi 1.40'lık bir Asyalı... Ortaya birbirinden çok farklı 2 garson kız da eklenince en sevdiğim sahneler cafe sahneleri oldu çıktı.   


Max ve Caroline birbirinden o kadar farklı ki onların atışmalarını sevmemek zaten mümkün değil... Max'in hayat hakkında çok şey bildiğini sanıyor ve ona karşı hiç umudu yok, tam tersine Caroline'ın ise hayattan çok beklentisi var ama hayattan bi haber... İkisi bir araya gelince sürekli birbirleriyle uğraşan bir ikili ortaya çıkıyor.


Dizide popüler isimlere de göndermeler yapılacak ya bol bol Paris Hilton ve Kim Kardashian'ın da adı anılıyor. Bu ikisini sevmesem de dizide aşağılandıkları yerleri iple çekiyorum. Deli Peri ben...

2 Broke Girls'ten çok bir beklentim yok aslında... Tek istediğim Caroline'ın atı Chesnat... O nasıl bir şampiyon öyle... Ben de evimde öyle bir at istiyorum bana ne... Dizinin şimdiye kadar 12 bölümü yayınlandı. Ben sanırım 3 günde izleyip bitirdim. Yeni bölümleri işte böyle bekliyorum. 
Resimler: CBS.com

27 Aralık 2011 Salı

Gerçek Dilek Listesi {Peri Kutusu}


Aslında sağlık, mutluluk, huzur diye başlamam gerekir. Ancak nedense insanlar hep maddi şeylere öncelik tanıyor. Bende ikiyüzlülük yapmayıp bundan bahsetmeyeceğim.

Şuradaki yazımda bayağı uçuk şeylerden oluşan bir liste yapmıştım. Pek yorum gelmediği için sanırım isteklerim ya gerçekten çok uçuk bulunmuş ya da bazılarına göre sanırım gayet sıradan(!) kalmış olmalı... Her neyse gerçekliğe dönüp, bu sene maddi olarak sahip olmayı istediğim birkaç parça şeyi sıraladım. Her ay birini almayı düşünüyorum şahsen. Eğer alırsam burada da yayınlarım belki.

1) Siyah Straplez Elbise: Markası, kumaşı önemli değil. Buna benzer bir elbise istiyorum. Genelde gece için bu kadar dekolte şeyler giymem ama bir tane yedekte durmasında fayda var. Ne zaman giyileceği belli olmaz. Sanırım Koton'da buna benzer bir şey görmüştüm.

2) Aubry Deri Süet Çanta: Çanta manyaklığımın olduğunu söylemiştim. Bu çantayı Ebay'de tesadüf eseri dolaşırken buldum. Günlük hayatımda buna benzer çantalar çok işimi görüyor. Ancak fiyatı beni biraz aştı. Kargosuyla 130 Dolar... Satıcı Güney Koreli. Pazarlığa yanaşır mı acaba?

3) Diorshow Mascara Azure Blue: Bunu ne zamandır istiyorum. Golden Rose'un buna benzer bir rengi var ama kıvamı, fırçası iyi olmadığı için bundan almak farz oldu desem yeridir.

4) Paco Rabanne Lady One Million Parfüm: Parfümün imza gibi olduğunu düşünenlerdenim. O nedenle aynı zamanda dolabında 5-10 tane şişesi olanlardan olmadım hiç. Belli dönemlerde bir-iki parfümüm olacak onları kullanacağım. Bu parfümü de bir denemek istiyorum.

5) Platform Topuklu Siyah Ayakkabı: Platformlarla yürümeyeli uzun zaman oldu. Bu ayakkabıya benzer bir model Bambi'de görmüştüm. Bir deneyip göreceğiz artık.

Peki, sizin Dilek Listeniz'de neler var?

23 Aralık 2011 Cuma

Önüm, Arkam, Sağım, Solum Alışveriş Sitesi


Hani şimdi reklamlarda görüyorsunuz ya, kadın bir elbiseyi üçte biri fiyatına aldığı için üstünü başını parçalıyor, kolyesini koparıyor, etrafı dağıtıyor. Elbiseden ettiği karın kat kat fazlasını etrafına veriyor garibim. Sonra da buna karlı alışveriş diyorlar. Ne anladım ben ondan. Şimdi buradan, o sitenin aslında kar değil, zarar ettirdiği anlamını mı çıkarmalıyım, yoksa reklamın baştan sona kadar hatalı olduğunu mu söylemeliyim kararı siz verin.  

Gümrük yasası nedeniyle ucuza alışveriş yapma lüksümüz elimizden alındı. Malum bir ürünü ne olursa olsun -kozmetik, giyim, elektronik eşya v.b. - neredeyse üçte biri fiyatlara alıyorduk. Onun önü kesilince, yeni arayışlara girdi insanlar. Senenin başında bir-iki olan alışveriş sitesi sayısına artık yetişemez oldum desem yeridir. Ardı ardına televizyonlarda reklamları yayınlandı. İnternet sayfalarında mantar gibi bu sitelerin ilanları doldu. Ha diyeceksiniz ki sen de internetten alışveriş yapıyorsun, neden bu konu sana bu kadar battı.

Ben şahsen internetten alışverişi ürünler daha ucuza geldiği ve bulamadığım ürünler için tercih ediyorum. Eh, iş yoğunluğundan alışverişe sıra gelmediği zamanlar da oluyor haliyle. O dönemlerde de çok gerekli olmayan ihtiyaçlarımı alışveriş sitelerinden sağlıyorum.

İtiraf ediyorum, bu tarz -Limonga, Markafoni, Trendyol gibi - alışveriş sitelerinden hiç alışveriş yapmadım. Böyle giderse de yapacağımı düşünmüyorum. Kendimce birkaç sebebim var elbette. İlk sebebim fiyatların düşük gösterilip, mağaza fiyatından bile pahalı olduğunu fark etmem oldu. Elbette tüm ürünleri için geçerli değil bu durum ama kargo ücretini falan da ekleyince pek bir karı kalmıyor alışverişin. İkincisi de ürünlerin resimlerdeki gibi çıkmaması ve iade sisteminin çok kötü olması... Liste bu şekilde uzatılabilir. Ben şahsen alışveriş yapmadığım için etrafımdan duyduklarımı söylüyorum.

Dahası bu da yetmedi. Kozmetikçilerin imdadına yetişecek gibi görünen şu kutu, bu kutu, bilmem ne kutu adında zibilyon tane site çıktı piyasaya. Benim sinirimi bozansa neredeyse açtığım her blogda bu sitelerin promosyonlarının karşıma çıkıyor olması. Bir değil, iki değil... İnsanında bir yerden sonra sıtkı sıyrılıyor. Bu kötü bir şey mi? Elbette değil. Ne güzel sayelerinde biz de bilgileniyoruz. Ancak bu durumun biraz abartıldığını düşünüyorum. Millet olarak zaten bir garibiz. Bazen düşünüyorum da işin b.kunu çıkarmak derler ya, sanırım doğruluk payı var. Bu işinde sonu ona benzeyecek gibime geliyor. Hayır, içindeki ürünlere bakıyorum ve iyi ki üye olup almamışım diyorum kendi kendime.

Bu kadar söylendim. Eğer, o sitelerden ürün alırsam ya da üye olursam, ilk sizin haberiniz olacak zaten bunu biliyorsunuz. Artık deneyimlerimle birlikte karşınızda olacağım. Gerçi rekabet ortamı iyidir. Daha çok tüketiciye yarar. Umarım gümrük yasağıyla haksızlığa uğrayan bizler için bu siteler ilaç olur. Tabii, yersen...

19 Aralık 2011 Pazartesi

ZOYA: Adina Nail Polish ♡


Bu benim ilk Zoya ojem. O nedenle benim için ayrı bir önemi var desem yeridir. Çünkü markayla ilgili ilk izlenimi kendisinden edindim.  


Geçen dolabımı karıştırırken bir şeye dikkat ettim. Benim en fazla sahip olduğum ojeler yanar dönerli ojeler... Adina, şu ana kadar gördüğüm en fazla yanardönerliğe sahip oje... İçinde yeşilden, sarıya, pembeden, lilaya birçok rengi barındırıyor. Farklı ışıklardan çok garip renkler aldığını söylememe gerek yok sanırım. 


Tırnaklarımda iki kat bulunuyor. Base ya da top coat yok. İki katta opaklaşıyor. Eğer sheer bir görüntü isterseniz tek katta bitirebilir ya da başka bir ojenin üzerinde bu rengi deneyebilirsiniz. 


Rengi, opaklığı benden geçer not aldı. Beğenmediğim tek yanı biraz geç kuruması... Onu da Kalyon'un ürünüyle hallettim. 

Siz, rengi nasıl buldunuz?   



15 Aralık 2011 Perşembe

Topuklu Ayakkabı İle Yürümek Bir Sanattır!


Var mı itirazı olan? Varsa çıksın meydana bakim. Alalım boyunun ölçüsünü... Hem topuklu hem de topuksuz olarak...

Ortaokul yıllarımda Spice Girl ayakkabıları diye bir moda çıkmıştı bizim okulun kızları arasında. Yaklaşık 10 santimetreye ulaşan -evet, gerçek- dolgu topuklu ya da şimdiki sosyetik tabirle platform topuklu ayakkabılar giyerdik. Üstten görünüşü bildiğimiz spor ayakkabıları anımsatan bu ayakkabılar, yandan bildiğiniz bir çift yüksek topukluya dönüşüyordu.

Okuduğum okul gelir seviyesi bakımından çok düşük bir semtte olduğu için, bizim gelir seviyesi de bu semte orantılı olarak, ben de birçok arkadaşım gibi bu sevdaya biraz geç ulaşmıştım. Ankara'da oturanlar bilir, Ulus'taki Samanpazarı birçok yerden daha uygun fiyatlı mağazalara sahiptir -en azından bizim çocukluğumuzda öyleydi. - ve çeşit olarak da birçok alternatif sunar. Neyse bir bayram alışverişi sırasında ben de bu ayakkabılardan bir çifte sahip olmuştum.  

İşin ilginç yanı annem ve babam o ayakkabıları alırken bana hiçbir tepki göstermemişlerdi. Üstelik benim gibi sakar bir yapıya ve dengesiz bir yürüyüşe sahip biri için bu bir mucize... Kardeşim de öyle... Zira kendisi topuklu ayakkabılarımla dalga geçmeyi pek sever. Eğer benim şu an 12-13 yaşında bir kızım olsa ve benden o tarz ayakkabılar almamı istese herhalde zılgıtı yerdi. Hele ki benim gibi sakar bir bünyeye sahipse... Sanırım annemle babam, kız hevesini alsın diye düşünmüş olmalılar.

Aklıma nereden geldi bilmiyorum, internette Spice Girls Shoes diye arattığımda o kadar garip modellerle karşılaştım ki benim ve arkadaşlarımın giydiği ayakkabılar, tasarım harikasıymış. 10 santimetreye ulaşan topuklularla çok rahat kullandığımı hatırlıyorum. Hatta bir keresinde ağaca bile çıkmıştım o kadar yani... Ayakkabıları bir sene neredeyse her gün kullandıktan sonra, nasıl becerdiğimi hatırlamasam da topuklarından birini yediğim için emekliye ayırmak zorunda kalmıştık. Sonra onun yerini başkaları aldı tabi...

Geldi lise yılları ve ben ne yazık ki spor ayakkabılara radikal bir dönüş yaptım. Okulda, alışverişte, her yerde spor ayakkabı... Düğünde bile düz tabanlı, kolej tarzı dediğimiz ayakkabılardan vazgeçemedim. Üniversite hayatında da pek değişmedi bu sistem... Hatta spor ayakkabıları kenara alıp, dümdüz tabanlı Converse'lere geçiş yaptım. Bitirme tezimi bile düz tabanlı bir ayakkabı ile yaptığımı hatırlıyorum. Bu konuda bu kadar takıntılı bir duruma gelmiştim anlayacağınız.  


O günler iyiydi, rahattı, güzeldi ama benden önemli bir şeyi de götürdü. Topuklu ayakkabılar üzerinde, düzgün bir şekilde yürüyebilmeyi... Diyeceksiniz ki nereden başladı bu topuklu mevzusu. Eğer yukarıdaki resimdeki ayrıntıya dikkat ederseniz nedenini anlarsınız. Boyu 1.60 civarında seyreden tipik Türk kadınının yanında rakımı 2 metreye yaklaşan birini düşünün. Topuklu giymek zorunda değil kimse ama insanın da kendine güveni bir yere kadar. Gelsin artık platformlar, yüksek topuklu ayakkabılar... Bizim gibi Converse gençliği de alsın başına belayı.

Topuklu giymenin tek nedeni bu değil elbette. Kimisi daha zarif durduğu için sever, kimi moda için, kimi de gerçekten düz ayakkabıyla yürüyemediği için ki son bahsettiğim gerçekten doğru. Düz ayakkabıyla yürüyemeyen insanlar da tanıdım ben. Ancak topuklu seçmek bir işkence. Ya tarak kısmı sıkar, ya topuğu dengesizdir ya da aradığınız modeli bir türlü bulamazsınız.

Başlıkta topuklu ayakkabılarla yürümek sanattır dedim ama sanat kısmını pek açıklayamadım. Bunun için size en güzel örnek yine Hazal Kaya'nın yürüyüşü olacaktır. Kız zaten normalde de öne doğru düşecek gibi yürüyor, bir de rolü gereği 10 santimlik topukluları giyince ortaya çıkan manzarayı siz düşünün. Topuklunun üzerinde bir şekilde durursunuz ama asıl önemli olan zarafeti kaybetmemektir.

Gelelim benim topuklularla aramdaki ilişkiye... Anladığınız üzere pek de iyi değil ama çok da kötü sayılmaz. İlginçtir ki aramızı düzelten yine bir topuklu ayakkabı oldu. Üstelik mecburiyetten falan da alışmadım buna. 

Geçenlerde bir blogda topuklu ayakkabılarla yürüme kursu açılsa giderim konulu bir yazı okumuştum. Öyle bir kurs elbette yok ama ona bencer bir şey var.

Aranızda dans dersleri alan varsa ya da en azından kursa, gruplara katılanlar olduysa duymuşlardır. Ayak ölçüsü alınarak, kişiye özel ayakkabılar yapılır. Bu ayakkabılar, ayak tabanına tam oturur ve tarak kısmını da kavrayarak denge sorununu ortadan kaldırırlar. Zaten fark ederseniz bütün dansçıların ayağında en az 5 santimlik topuklular vardır ve onca akrobatik hareketi o topuklularla çok rahat yaparlar.

Diyeceksiniz ki ben bunun için kursa mı gideyim? Hayır, gitmeye gerek yok. Tanıdığınız bir ayakkabıcıya gidip ayak ölçüsünü aldırarak, kendinize özel bir ayakkabı yaptırabilirsiniz. Dans ayakkabısı olmasına da gerek yok. Siz hangi modeli isterseniz, ayakkabıcılar onu yapar, koyar önünüze.

Son olarak şimdilerde kafayı taktığım ayakkabıyı koydum buraya. Platformlar diğer ayakkabılardan daha rahat bunu hepimiz biliyoruz. Ben de deneyip göreceğim bakalım nasıllar...

Peki, sizin topuklularla aranız nasıl? 

13 Aralık 2011 Salı

Keşke Hep Çocuk Olarak Kalsaydık...


Apartman çocuğu değilim ben. Bununla da gurur duyarım. Apartmanda yetişmiş birçok arkadaşımın aksine, ben çocukluğumu gerçekten çocuk gibi yaşayarak geçirdim. Sokaklarda oynadım. Erkekli kızlı gruplar halinde caddelerde koşturdum. Doyasıya bisiklete bindim.

Ben küçükken -çok klasik- evcilik oynardık mesela. Doktorculuk falan da uydururduk kendimizce. Annelerimizin yaptığı gibi, aynı mahallede oturan birkaç kadın olurduk bazen oyunlarda, güya hayali evlerimizde birbirimize ziyaretlerde bulunurduk. Çay, kahve ikram ederdik.

Çamurdan pastalar yapardık sonra. Suyla karıştırdığımız toprağı, en az beş farklı kıvamda yapar, sokaklardan topladığımız pet şişelere, eski kırılmış tabak, çanaklara bunları koyardık. Yine eski bir cola şişesine çay hazırlardık. Suyun içine kattığımız bir tutam topraktı yine çayımızda. Mahalledeki şeker, sakız kablarını toplar, içine minik taşları koyup sanki bayramda yeni alınmış çikolatalar gibi sıralardık. Onlar bizim için çok lezzetli çikolatalara dönüşürdü bir anda. Sonra da bunlarla saatlerce oynardık.

Mahallemize pamuk şekerciler, macuncular, leblebiciler gelirdi. Şimdi hiç yemem mesela pamuk şeker. O zamanlar favori tatlımdı sanki. Çubuğa dolanmış, kar yığınını büyük bir afiyetle mideye indirirdim. Sonra haftada bir gelen leblebicisi vardı mahallenin. Havası inmiş toplarımızı, başları eskimiş muslukları ona verir, bir avuç leblebi, üzüm, çekirdek alırdık. Küçücük ceplerimi onlarla tıka basa doldurur, bütün gün yemek niyetine onunla karnımı doyururdum.


Şerife Teyze'miz vardı mesela... Şeker Annemiz... Okuldan geldiğimizde evde bulamazsak kimseyi -ki bu çok önemli durumlarda olurdu- girerdik evin birine ısınırdık. Güzelce doyururlardı karnımızı. Sokakta kalmazdık asla. Başımıza bir şey gelir derdi de olmazdı.

Tatillerde ya da yazın hava kararmadan okuldan çıktığımızda evin önündeki sokağa, bulduğumuz kireç parçalarıyla sek sek çizerdik ya da bizim tabirimizle çizgi oynardık. Kimse kayıtsız kalmazdı mesela. Bazen koca koca kadınlardan bile oynayan olurdu. O kadar heyecanlı olurdu ki sıkılıp bırakan pek olmazdı. Annesi bir yere gönderen olursa üzülürdü herkes. Tekrar tekrar oynardık.

Günün ilerleyen saatlerinde oyunların rutini de değişirdi. Hava biraz puslanınca yerden yükseğe dönerdi oyunun akışı. Merdivenler, bazen yüksekçe bir taş, bazen de bahçe duvarları bizim kurtarıcımız olurdu. Hele ki bir gün mahalleden bir çocuk can havliyle ağacın tepesinde almıştı soluğu. Hava iyice kararınca saklambaç olurdu oyunun adı. O akşam hangi talihsiz ebe olduysa çekmediği kalmazdı garibimin. Birbirimizin şapkasını, kazağını, montunu giyip ebeyi yanıltır, çanak çömlek patladı diye saklandığımız yerden çıkar, ebe kimseyi yakalayamadan, tekrar tekrar ebe olması için onu zorlardık.

Ben ve kardeşim şanslı olanlardandık. Çünkü kocaman bir balkonu vardı evimizin. Salon gibiydi. Yazın halı, yün yıkanırdı orada. Köşesine de bir şömine yaptırmıştı babaannem. Mangalın, güveçte türlünün, közlemenin tadını da en iyi ben bilirim. Ramazan'da babaannem akşamdan bazlama hamuru yoğurur, gece için pişirirdi bunları. Sıcak sıcak yensin diye...

Bayramlarda evde durmazdı kimse. Özellikle Ramazan Bayramı'nın ilk günü eline poşeti alan mahallenin çocuklarıyla şeker toplamaya giderdik. O zamanlar sokaklarda sapıklar yoktu. Çocukları rahatsız eden birini gördüklerinde mahallenin ne yapacağını tahmin bile edemiyordum. Kaç sokak aşağıdaki evlerin kapısını bile korkusuzca çalar, bayramlarını kutlardık. Mahalle fakirdi ama hiçbiri boş çevirmezdi bizi. Birkaç şeker, çikolata tutuştururlar, hatta bazıları yaptıkları ev tatlılarından ikram ederlerdi.

Sobalıydı evimiz... Kestane kebapın, patlamış mısırın, kızarmış ekmeğin tadını benden iyi kimse bilemez. Şimdi yediklerimizde kestane mi acaba? Sabahları annem bize ekmek kızartırdı, akşamları kestane yapardık kışın. Sobalı dedim ya kışın mahalleyi yoğun bir kömür kokusu alırdı. Hele ki çok soğuklarda hafif sis bile olurdu. Kötü bir koku olsa da sobanın sıcağını, ne kalorifer ne klima tutar. Soba yanan oda fırın gibiyken, diğer odalar buz gibi olurdu. Bu yaşıma geldim nerede soba görsem hemen yapışırım yanına. Eski günleri hatırlatır bana hep.

Mahallemizde yokuşlar çoktu. Kar yağdığı zaman, hele ki okulda tatil olduysa bizden daha mutlu kimse olmazdı dünyada. Normalde karlı yolda kayıp düşeriz diye korktuğumuz halde yokuştan kaymak için hemen orada alırdık soluğu. Üstümüz başımız kar kaplı, ellerimiz donmuş bir halde dönerdik eve. Tabi soluğu titreyerek sobanın başında alırdık.

Öğlenci olduğum dönemler sabahları Şeker Kız Candy'i izlerdik annemle. Akşamları eve geldiğimizde, annem yemek hazırlarken ben de Şirinler'i izlerdim. Başka çizgi filmler vardı elbette. Georgie, Ay Savaşçısı bunlardan sadece birkaçıydı. Benim bildiğim en kötü kişi Gargamel'di mesela. Ha bir de Candy'nin evlatlık verildiği evin ikizleri... Eğer hala bir kanalda bu ikisinden birine raslamışsam hemen izlemeye koyulurum. Onların tadı ayrı bir güzeldir.

Yazında kendine ayrı bir güzelliği vardı. Ağaçlardan olmamış meyveleri koparır yerdik mesela. Tabi zılgıtı da yerdik onunla birlikte. Midemiz ağrısa da sorun değildi bizim için. Mahalleli kadınlar kapıların önünde oturup el işi yaparlardı. Çalışan kadın pek yoktu. Ev hanımıydı hepsi. Buna rağmen, kimi kazak örerdi, kimi oya işlerdi. Bir şekilde evlerine, geçimlerine yardım ederlerdi. Bir yandan da dışarıda, tüm gün oynayan yaşça bizden oldukça küçük çocuklarına göz kulak olurlardı. Kimi zaman herkes birer ikişer lira katar çekirdek alıp çitlerdik. O çekirdek kadar tatlısını hiç yememişimdir.

Bazen gürültümüzden rahatsız olurdu mahalledeki yaşlı insanlar... Hatta bizi bastonlarıyla kovaladıklarını hatırlarım. O zaman bizim oyunlarımızı bozdukları için çok kızsam da, sonradan gder ellerini öperdik arkadaşlarla. Büyüktür anlayışlı olmak lazım derdi anne babamız. Yangına körükle gitmezlerdi.

O mahalleyi gördüm birkaç hafta önce... O gecekondular, iki, üç gözlü evler yıkılmış, dümdüz olmuş. Oyun oynadığımız sokaklar genişletilmiş, geniş caddelere dönmüş. Yakında büyüdüğüm o evde yıkılacak, biliyorum. Geriye kalan tek hatıra benden birkaç yaş küçük olan dut ağacı olacak. Bir de bebekliğimden, çocukluğumdan kalan fotoğraflarla, hiç geriye dönememenin acısı...

11 Aralık 2011 Pazar

Adını Feriha Koydum: Özel Okulda Burslu Okumak...


Bu konu hakkında yazmamak için kendimi o kadar tuttum ki dizi başlayalı bir sene olmuş ve ben hala tek bir satır dahi yazmamışım. Bu yazı aslında benim için bir milat... İlk defa bir Türk dizisinin şimdiye kadar yayınlanan tüm bölümlerini netten bulup bir ay içinde bitirdim. Kendi rekorumu da şimdilik kırmış oldum. Türk dizilerini takip etmediğimi az çok bilirsiniz. Nedenini de birkaç kez burada yazmıştım.

Diziye bu kadar takmamın nedeni, fiziksel ya da düşünce bakımından çok zıt olsak da ne yazık ki Feriha'yla birçok benzer noktamız var. Özel okulda burslu okuması, ailesinin vasıfsız işlerde çalışması, şimdi olmasa da, gelir düzeyimizin örtüşmesi, sürekli kardeşiyle didişmesi, hatta ve hatta adı bile benimkiyle uyumlu... Hal böyle olunca insan kendinden bir şeyleri bulur ümidiyle izliyor diziyi. En azından izlemeye tahammül ediyor.


Şimdi elimizde ne var? Başrolde fakir, gururlu ancak ailesi, sevgilisi dahil etrafındaki herkese yalan söyleyen bir genç kızımız var. Feriha... Ailesi lüks bir semtte kapıcılık yapan kızımıza her şeyi söyleyin ama sakın kapıcı kızı demeyin. İnsanlara yalan söylemek değil de kapıcı kızı olarak görülmek onu daha çok komplekse sokuyor. Bu genç kızımız burslu olarak ülkenin en iyi özel üniversitesini(!) kazanıyor. Öyle ki neredeyse ülkedeki bütün manyaklar, görmemişler, kendini beğenmiş insanlar bu okula dolmuş. Sanırsınız bir okul değil, akıl hastanesi...

Sonra bir de esas oğlanımız var. Playboy olarak lanse edilen oğlumuzun tek bir kızla çıktığını bile göremiyoruz. Kulaktan dolma bilgilerle öyle şişirilmiş ki bu çocuğu gören gerçek playboylar intihar edecek duruma gelmişlerdir eminim. Bu evladımız okulda Feriha'yla tanışıyor ve ona deyim yerindeyse ilk görüşte tutuluyor. Hikayede burada başlıyor zaten.


Burada ailenin parasal durumundan falan bahsetmeyeceğim. Çünkü o kadar çok yazılıp çizilmiş ki ben de yazarsam bay gelir insanlara. Ama isterseniz ayrı bir post olarak da sizler için onca hatayı bir bir dökebilirim. Benim asıl değinmek istediğim benim de çok iyi bildiğim bir ortam olan özel okullar... Bu diziyle birlikte, eminim birçok liseli özel okulu burslu tuttursa bile yazmamayı düşünüyordur ya da tam tersine özel okulları Emir kaynıyor zannederek yazanlar olacaktır. Belli mi olur. Türkiye hali...

Bu yazdıklarım benim kişisel görüşlerimdir ve gözlemlerime dayanarak yazılmıştır. Üstüne alınan alınsın lütfen! Memnun olurum.

Bir kere bizim insanımızda şu zihniyet var. "Sen paralı okuyorsun. Baba parası yiyor, ne olacak." Ha burslu kazanmış o bölümü, ha okula para vermiş. Sonuçta 4 sene sonunda, bu iki insan aynı dersleri alıp, mezun olmuyorlar mı? Eee, daha ne? Parayla okuyorsa, o para senin cebinden mi çıkıyor? Sana ne be kardeşim! Elin derdi seni mi gerdi.

Burslu okuyanlar aşağılanmaz. Hatta tam tersine size saygı duyarlar. Sonuçta orada bulunmak için çuvalla para ödeyenlerin aksine, siz başarınızla orada bulunuyorsunuz. Ben böyle dedim ama burslu okuyanlarda o kadar havalanmasın. Sene sonu geldiğinde not ortalaması sizinkinden çok çok yüksek olan arkadaşlarınız olacaktır.

Özel okullardaki herkes düğüne gider gibi giyinmez. O topuklular, pavyon şarkıcısı gibi giyinmeler nerede... Elbette arada tek tük çıkanlar olacaktır ki, kaç bin öğrencinin okuduğu bir okulda bu çok normaldir. Hatta burslu öğrencilerden Feriha'yı aratan şekilde giyinenleri biliyorum. Devlet üniversitesinden burslu geçiş yapan arkadaşlarım, normal öğrencilerden çok daha süslü ve marka giyiniyordu. Düşünün.

Özel üniversitelerde okuyanların hepsi ultra, süper, multi zengin falan değildir. Tam tersine özel üniversite sayısı arttığı ve her sene üniversite kazanmak daha da zorlaştığı için, aileler de bir bakıma kendi başlarının çaresine bakmaya başlamışlar. Okul parası için emekliliğini geçiştiren, yıllarca yaptığı yatırımları okul taksitine ayıran, hatta ve hatta arabasını satan insanlar tanıdım ben. Okul harcını yatırmak için son seneler çalışan arkadaşlarım bie vardı. Özel okulların ilk açıldığı döneme göre, şimdiki özel okullar daha homojen bir yapı gösteriyor.

Özel okulların birçoğunun kendine ait servisleri vardır. Ücretsiz olarak bu servislerden yararlanırsınız. Ben hazırlıkta dahil, 5 sene boyunca bedavaya gittim geldim. Üstelik evime kadar... Yani öyle Feriha gibi akbil basmaymış falan uğraşmadım hiç. Param da cebimde kaldı.

Özel üniversiteler Emir'lerle ya da Koray'larla kaynamıyor. Diziyi izlemeye başladıktan sonra, acaba ben mi kördüm 4 sene boyunca dedim kendi kendime. Kızların hepsi de Hande ya da Cansu gibi psikopata bağlamaz. Bir ellerinde telefon, diğerinde makyaj malzemesi ile salınmazlar. Ayrıca okuldaki tüm kızlar saçlarını sarıya da boyatmaz ya da sarıya boyatan herkes kötü değildir.

Araba sayısı elbette yüksektir ancak arabası olanlarda yine azınlıktadır. Cep telefonu mevzusuna girmiyorum. Son model cep telefonlarını artık gelir düzeyi en düşük insanlarda bile görüyoruz. Özel okullara özgü bir şey değildir, son model cep telefonu kullanmak.

İlginçlikler yok mudur peki, elbette vardır. Dönem ortasında burun estetiği yaptıran birini görürseniz şaşırmayın derim. Belki okuldan çıktığınız bir gün park yerinde bir Lamborghini'ye raslayabilirsiniz.

Dizideki bütün malzemeler gökten zembille inmedi herhalde. Özel üniversitede ezilenler hiç olmamış mıdır? Elbette olmuştur. İlk ağızdan duyduğum bir gerçeği de söylemeden edemeyeceğim. Neredeyse tüm ailesi, ülkenin sayılı üniversitelerine giden bir arkadaşımın kuzeninin başına gelmiş ne yazık ki. Ülkede açılan ilk özel üniversiteyi burslu kazanan kuzenine zamanında o kadar haksız şekilde davranmışlar ki sonunda psikolojik tedavi almak zorunda kalmış. Tabi bu dediğim olay en az 20 senelik...

Adını Feriha Koydum eğer günümüzü değil de, 20-30 sene öncesini, özel üniversitelerin ilk açıldığı zamanı anlatsaydı, eminim çoğunlukta Emir için izleyen gençlikle birlikte, orta yaşta bulunan bir çok insanında gönlünü kazanacaktı. Üstelik İstanbul, o dönemde daha küçük bir şehir olacağı için sonu bitmek bilmeyen tesadüflere de en azından bir kılıf bulunmuş olacak, seyircinin gözüne sokulan kapıcı klişesi de daha fazla gerçeğe dayanacaktı. Yanlış zamanlama, basma kalıp bir senaryo, hatalı kurgu...  

Peki, dizi hakkında Türk izleyicisinin düşüncesi neler?

10 Aralık 2011 Cumartesi

Ah Benim Olsa... Keşke Benim Olsa...


Aralık ayındayız malum... Herkes harıl harıl yılbaşı için hazırlık yapıyor. Benim yılbaşı için şu aralar yaptığım tek şey iş yerine küçük bir ağaç almak olacak. Öyle gelenekmiş ya da Hristiyanlara özenme falan değil derdim. Bu tarz incikli boncuklu şeylerle oynamayı çok severim. Hem de işyerinin o sıkıcı ortamı biraz renklenmiş olur hesabındayım sadece...

Buna rağmen ne yorucu iş temposu, ne özel hayatımdaki sorunlar beni bir dilek listesi yapmaktan vazgeçiremez. Listemde neler yok neler... Sıradan hayatımda sahip olamayacağım şeylere değil göz gezdirmek, dönüp bakmam bile. Ancak bu yılbaşı bir değişiklik yapıp hayallerimi boş şeylerle doldurdum. Sokak kedisi misali asla erişemeyeceğim şeyleri ekledim ki görünce, okuyunca siz de çok şaşıracaksınız. Belki aldığım piyango biletine ikramiye vurur da bütün bu isteklerime malum reklamdaki insanlar gibi paraları saç, saç, saçarım. Umut fakirin ekmeği ne de olsa...

{1} İlki bu elbise... Bana çok feci şekilde Olivia Wilde'nin geçen sene Golden Globe ödül töreninde giydiği şu elbiseyi anımsattı. Modeli değil de daha çok işlemeleri, uzun kuyruklu eteğini çok sevdim ben. Oh, alıp giyecek aynanın karşısında prenses edasıyla süzüleceksin valla. Fiyatı  275 Dolar...

{2} Diğeri bayanların vazgeçilmezi olan ayakkabılar... Benim başkalarından neyim eksik dedim. Christian Louboutin marka bu ayakkabıyı tek geçtim. Önü açık değil, platformlu ve benim gibi ortalama boya sahip birisi için topuk boyu kurtarıcı mübarek... Fiyatı mı? Bir ayakkabı için Ütopya! 1500 Dolar...

{3} Benim çanta manyaklığım vardır. Bu çantayı görünce delirdim ama onu alacak para bende ne gezer. Victoria Beckham her yere bununla gidiyormuş. Kendisini de hiç sevmezdim ama ilk defa ortak bir noktamız çıktı kadınla. Loewe marka bu çantanın ikinci el fiyatı bile cep yakıyor. Tam 4.500 Dolar... Çüş yani... Sıfırı ne kadardır bilmiyorum.

{4} Oldum olası Mustang'lere hayranım. Amerika'da bulunduğum dönemde ne zaman galerilerin önünden geçsem gözüm kayardı. Filmlerde görürdüm, böyle alevli falan spor dizayn edilmiş Mustangleri... Eh, Türkiye'de de pek Mustang sahibi yok. Ben de bir ilk olurum artık. Son model Mustang fiyatları yurtdışında 20000 ile 50000 Dolar arasında değişiyor.

{5} Bir Roma tatili hiç fena olmazdı değil mi? Şöyle beş yıldızlı bir otelde kalacak, sabahtan akşama kadar Roma sokaklarında dolaşacaksın. Yeni yıla da orada gireceksin. Heyt bea! Adamlar zaten krizde her şey ucuzlamıştır orada şimdi.

{6} Eh, bir tek taşım olsun artık, ama o sahtelerden ya da iğne ucu büyüklüğündekilerden değil. Şöyle tanımlarken dişim kadar derler ya, hani onlardan bir tane... 5 karat büyüklüğünde, damla kesimli, bu yüzük mesela çok güzel olurdu. Olmadı, piyango çıksın, ben de Nil gibi tek taşımı kendim alırım. Fiyatı mı? Yaklaşık 60.000 Dolar...

Şimdi baktım da benim bile gözüm korktu listeden. "Bu ne bea! Höh!" falan oldum resmen. Zenginin malı züğürtün çenesini yorarmış. Benimki de o hesap... Bu uçuk listeden sonra kendime yeni yıl için en azından sahip olabileceğim şeyleri içiren bir liste daha yapacağım. Hadi bakalım... Siz de dökülün bakalım eteğinizdeki taşları... Yeni yıl olsun olmasın böyle istekleriniz var mı?

9 Aralık 2011 Cuma

Bitti... Bitti... {5}


Bir bitti yazısıyla daha beraberiz... Bu tarz yazılar hoşunuza gidiyor mu bilmiyorum ama ben en azından aldığım ürünleri kullanıp bitiriyorum diye seviniyorum. Bakalım bu ay neler bitirmişim...

{1} Natur Vital Yağlı Saçlar İçin Şampuan: Bu şampuandan şurada bahsetmiştim. Sürekli bunu kullanıyorum artık. Memnunum şimdilik.

{2}Institut Arnaud Hassas Ciltler İçin Nemlendirici Krem: Bu kremin yazısını da şurada bulabilirsiniz. Benim cildimi çok güzel nemlendiriyor. Kışın kendini iyice gösterdiği şu günlerde devamlı ürünlerimden biri oldu.

{3}Rexona Roll-On: Bu roll-onu seviyorum. Kıyafetlerinizde beyaz lekeler bırakmıyor. Üstelik neredeyse kokusuz bir ürün olduğu için parfümlerinizi de etkilemiyor. Devamlı ürünlerimden birisi daha...

{4} Tommy Hilfiger Dreaming Parfüm: Bu parfümü geçen sene Strawberry indiriminden almıştım. Pek kullanmadığım için şimdiye kadar süründü. Hafif bir kokusu var, o yüzden daha çok yaza yakışan bir ürün.

{5} Şelale Aseton: Kaçıncı şişem bilmiyorum. Kokuları ağır olmadığı ve ucuz bir ürün olduğu için şahsi tercihim...

{6} L'oreal Göz Makyaj Temizleyicisi: Kesinlikle önermeyeceğim bir ürün. Zorda kalmadıkça ben de almam. Ne rimelimi doğru düzgün çıkartıyor, ne de kalemimi. Çöpe gitti resmen param. Peki, ben bu ürünü nasıl bitirebildim? Önce DHC Cleansing Oille makyajımı temizledim, sonra cildimde kalan o hafif yağlı hissi alsın diye gözlerimi bununla sildim. Öylece kaç ayda bitti, bilmiyorum.

{7} Dalan d'Olive Saç Bakım Kremi: Bu üründen de şu yazımda bahsetmiştim. Artık Natur Vital ürünlerini kullandığım için bu ürüne de sıra gelmeyecek gibi... 

Benim bitti ürünlerim bunlar... Peki, siz en son hangi ürününüzü bitirdiniz?

8 Aralık 2011 Perşembe

Victoria's Secret: Radiant Face Trio ve Very Sexy Lipstick


Taaa ne zaman resimlerini çektiğim ancak bir türlü yayınlamaya fırsat bulamadığım bir post bu... Hazır yavaş yavaş bloguma da dönmüşken aradan çıkarayım dedim. Bu ürünleri Gittigidiyor'dan almıştım. Şimdi de Victoria's Secret ürünleri getirten satıcılara sorup size getirmelerini rica edebilirsiniz.


Bir arkadaşıma bu ürünün resmini gösterdiğimde verdiği tepki aynen şuydu: "Kızım ben onu milletin içinde çıkartamam. Utanırım zira..." demişti. Gerçekten de öyle... Ben utanmaktan değil de pek sevimli buldum. Gerçi bu ürünü çantamda taşıdığımı söyleyemem. Nedenine gelirsek:


Radiant Face Trio'yu kullanmadan önce sadece aydınlatıcı olarak değil de, allık olarak da kullanacağımı düşünmüştüm ancak beni yanıttı. Kendisi benim cilt tonuma sahip kişiler için sadece aydınlatıcı olarak kullanılabilecek bir ürün zira... Eğer çok açık bir tene sahipseniz, yumuşak bir allık olarak kendini gösterebilir. Bende ki renk Love Glow... Bu serinin leopar desenleri de çıkmış. Ancak Türkiye'de bulmak biraz zor.


Aydınlatıcı üründen, çok benim beğendiğim ruj oldu. Hem kutusu, hem üzerindeki desenler, hem de rengi ve yapısıyla gönlümü kazandı diyebilirim. Bendeki rengin adı Temptress... Koyu bir kırmızı, hatta biraz bordoya kaçıyor bile diyebilirim. Sürümü yumuşacık, ayrıca kalıcı da... Ben aşağıdaki fotoda gelişigüzel sürüp, fazlalığı peçeteyle aldım. Yoksa tenimdeki gibi yarı parlak bir görünüm veriyor. Zaten kırmızı rujlarla karşılaştığım en büyük sorun olan taşırma problemini yine yaşamışım. Hey hat!

Ben kendi adıma bu iki üründen de memnun kaldım. Peki, sizin Victoria's Secret ürünleriyle aranız nasıl?

7 Aralık 2011 Çarşamba

OPI: Tickle My France-y


Renk hakkında söylenecek çok fazla söz yok. Her kıyafetle rahatlıkla kullanılabilecek, risk almak istemeyenlerin rengi olacağını düşünüyorum. Üstelik hata yaparsanızda sorun yok. Kesinlikle belli etmiyor.


Bu oje benim tırnaklarımda nudeye yakın bir pembe olarak renk almış. Tırnağa göre renk alan ojelerden biri daha Tickle My France-y... Yani siz de farklı duruyorsa bu ten ve tırnak renginizle alakalı. Fotoğraflarla ilgisi yok.

Tırnaklarımda bir kat Kalyon + iki kat Tickle My France-y + bir kat da parlatıcı bulunuyor. Oje dışında diğerlerini gereksiz yere sürdüm aslında. O akşam biraz bol vaktim vardı. Normalde bir oje için bu kadar uğraşmam.


Son olarak kullandığım ürünler... Kalyon'un hızlı kurutucusunu aldım ve çok memnun kaldım. Oje kurumasına tahammül edemeyenler için mükemmel bir ürün. Üstelik sprey şeklinde olması da ayrı güzellik... 

Peki, siz rengi nasıl buldunuz? Bu rengin alternatifi bildiğiniz ojeler var mı?

2 Aralık 2011 Cuma

Reklamcı mı Oldun be Peri?


Ne zamandır yokum. Bu yazımda beni çok şaşırtan bir olayı paylaşmak istedim.

Şu yazımda Pino Parfümeri'den ve Ankara'da yaşayanlar için bir kozmetik cenneti olduğundan bahsetmiştim. Başlıkta zaten Ankara'da Bir Kozmetik Cenneti'ydi. Bu yazıdan sonra Pino yetkilileri iznim olursa bu başlığı yeni sloganları olarak kullanmak istediklerini söylemişlerdi. Benim için sorun olmadığını belirtmiştim. Geçen hafta Ankara'dayken tesadüf eseri Pino Parfümeri'yi gördüm ve ihtiyacım olan birkaç ürünü aldım. Ancak eve geldiğimde ne kadar şaşırdığımı anlatamam. Üstteki resimde bulunan karton poşetin üzerinde benim başlığım kullanılmıştı. Açıkçası beklemiyordum ama sevinmedim de değil. Yeni sloganları artık bu olmuş...

Aldığım ürünlerde aşağıdaki resimde... Beyu kapatıcının yorumlarını en kısa zamanda paylaşacağım...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...