30 Mart 2012 Cuma

Bitti... Bitti...{9}



Bir bitti yazısı daha... Bu ay bayağı ürün bitirmişim. Malum kışı bitiriyoruz. Kremler, şampuanlar  da dayanmıyor bana.

{1} Oriflame Milk and Honey Gold Şampuan ve Saç Kremi: Şurada açıklaması var. Deneyecek çok şampuan ve saç kremi olduğu için, bu seriyi almam bir daha...

{2} Oriflame Feminelle Refreshing Intimate Wash: Şurada bahsetmiştim. Beğendiğim bir ürün. Her banyoda kullandım. Alerji gibi bir sorunla karşılaşmadım. Bir daha ulaşabilirsem alırım.

{3} Institut Arnaud Nemlendirici Yüz Kremi: Yazısı için tık! Yeni krem denemelerimden sıkılırsam alacağım bir ürün... Genel olarak seviyorum bu kremi. Fransız malı olması dışında negatif bir özelliği yok.

{4} SKIN79 Sea Weed Cooling Mask: Ayrıntılı yazısı... Beğendiğim bir üründü ama SKIN79'un diğer maskelerine öncelik tanıyacağım. O nedenle bu maskeyi bir daha almam.

{5} Oriflame Lipspa Therapy: Çok sevdiğim bir üründü. Yazısı burada! Bir daha kesinlikle alırım tabi ulaşabilirsem. Çünkü her katalogda çıkmıyor bu ürün.

{6} Innova Gel Contour Plus: Yazısı için tık! Üçüncü tüpü bitirdim, memnun kaldığım bir üründü taki son tüpe kadar. Sanırım yapısını değiştirmişler. Önceki tüpler gibi bir etkisi olmadı. Üstelik gözlerim

{7} Pantene Doğal Sentez Yoğun Onarıcı Saç Maskesi: Bir süre önce bu ürüne başladığımdan bahsetmiştim. Yazısını da buraya yazayım bari... Ürünü haftada iki kere kullandım. Saçlarımın kolay taranmasını sağladı. İpeksi bir his verdi. Besleme konusunda birkaç kutu bitirmeden olumlu bir yorum yapamam ama başlangıç olarak izlenimlerim olumlu... Hoş bir kokusu var ve uygun fiyatlı... Büyük marketlerde rahatlıkla bulabilirsiniz. Yeni ürünler denemek için buna ara vereceğim.

{8} Kitoko Hacim Verici Şampuan: Bir önceki yazımda bahsetmiştim zaten. Çok beğendiğim bir ürün ama hem ulaşılması zor hem de bir şampuana göre pahalı... Şu ara Natur Vital'e geri döndüm. O nedenle almayacağım bir ürün ama kesinlikle tavsiye ederim.

{9} Oriflame Milk and Honey Banyo Köpüğü: Şurada yazısı var. Güzel bir ürün ama Amway'in duş jelini daha çok beğendim. Ona devam edeceğim.


Sizin, son bitirdiğiniz ürün ne? 



26 Mart 2012 Pazartesi

Kitoko: Volume Enhance Cleanser {Hacim Veren Şampuan}


Sıradaki saç bakım ürünümüz ve benim son gözdem Kitoko'nun meşhur şampuanlarından birisi: Volume Enhance Cleanser nam-ı diğer hacim veren şampuanı... Gramajı 250 ml... Yurtdışı satış fiyatı 11.95 Euro... Türkiye satış fiyatı ise 40 TL civarında... 

Şu yazımda kullanmaya başladığımdan da bahsetmiştim. Geldik yorum kısmına... Yorumlardan önce şu ibareye dikkat edin. 

Kitoko Advanced Hair Therapy products are not 100% free from man-made chemicals, however they are completely free from sulphates, parabens, waxes or mineral oils, making them as kind and gentle as possible to both your hair and skin. 

Bu ne demek? Bu serinin ürünleri paraben gibi birçok zararsız maddeyi bulundurmuyor demek. Bu tarz şeylere dikkat ediyorsanız denemeniz gereken bir seri Kitoko... 


Ben şampuan seçerken genelde yağlı saçlar için olan serileri takip ediyorum. Kremde de tam tersi kuru saçlar olan için olanları benim saçlarıma çok iyi geliyor. Bu benim saç yapımla alakalı bir durum.   Herkesin aynı şekilde seçmesi zaten mümkün değil... Kitoko'nun şampuanları içinde aynı yöntemi kullanacaktım ama kuaförüm bu sefer ince telli olan saçlarıma hacim veren şampuanı almamı önerdi. Biraz ön yargılı yaklaşsam da yanılmışım. Üründen çok memnun kaldım. Ayrıca kokusu çok güzel... Aromatik yağlarla, fresh sabunların karışımına benziyor.

Bir aydan uzun zamandır bu şampuanı kullanıyorum. Hatta dibi buldu desem yeridir. Bana şampuan dayanmıyor mübarek... Şampuanın içerisinde karite yağı bulunuyor. Buna rağmen saçlarımı hemen yapış yapış yapmadı. Bu karite yağının faydaları da saymakla bitmiyor. Şuradan ayrıntılı olarak okuyabilirsiniz. Ayrıca ürün adının hakkını veriyor. Saçlarıma hacim kazandırdığı ortada... Genelde hacim veren şampuanlarda karşılaştığım durum aynen şuydu: Saçlarım kabarır, elektriklenir ve çok zor taranırdı. Bu şampuanın en sevdiğim yanı hacim verme özelliğinin yanında saçlarımın kolay taranmasını sağlaması ve yumuşaklığını kaybetmemesi... Gerçi bunda kullandığım diğer saç bakım ürünlerinin de rolü vardır. Buna şüphe yok... Ancak farklı kremler denediğim günlerde de sonuç pek değişmedi. 

Peki Kitoko ürünlerine nasıl ulaşılır? Eğer denemek isterseniz kuaförlerden temin edebilirsiniz. . 
Bir de Duranlar Kozmetik kendi sitesinden satış yapıyor. Ben denemedim ama şuradan ulaşabilirsiniz. 

Blogumun istatistiklerinde en fazla bu ürünü araştırıp gelmişler Google amcadan. O nedenle Kitoko ürünleri hakkında yorumlarınızı bekliyoruz bayanlar... 

Kitoko ürünlerinden kullanan var mı aranızda? Tavsiyeleri bekleriz... 

24 Mart 2012 Cumartesi

Uniq ONE: All in One Hair Treatment



Şu yazımda yeni başladığım saç bakım ürünlerinden bahsetmiştim. Uniq One benim son zamanlarda kullandığım ürünler arasında en iyisi diyebilirim. Genel bilgi verecek olursam ürün İspanya'da üretilmiş. Üstteki resimde 13.99 Euro olarak görünüyor ama Türkiye satış fiyatı 60 TL civarında...

Ürünün vaad ettikleri ise şöyle;

1-Kuru yıpranmış saçlar için onarım
2-Göz alıcı parlaklık ve bukleler
3-Isıya karşı güçlü koruma
4-İpeksi doku ve pürüzsüz saçlar
5-UVA ve UVB filtreleri ile uzun süreli renk koruması
6-Kolay fırçalama ve düzleştirme
7-Kolayca taranan saçlar
8-Şeklini uzun süre koruyan saç modelleri
9-Saç uçlarındaki çatallaşmayı engelleme
10-Daha hacimli saçlar


Ürün hakkında hiçbir olumsuz yorumum yok. Kokusu süper... Şu an tam hatırlayamıyorum ama Gucci'nin bir parfümünü andırıyor ve kalıcı... Ürün 150 ml... Saçları yumuşacık yapıyor, kolayca açılmasını sağlıyor. Benim saçlarım diplerine göre oldukça kurudur. Kullanmaya başladığımdan beri saçlarım daha ipeksiydi. Yapısı kremsi. Ambalajına bakıp su gibi bir yapı beklemeyin. Saç kremi gibi düşünün. Ben bir duştan sonra bu ürünü kullandıysam, diğer duştan sonra Pantene Doğal Sentez Saç Maskesi'ni kullandım. Maskem bitti ama en kısa zamanda yenileyeceğim. 

Uniq One önerebileceğim bir ürün... Ancak ulaşılması biraz zor ve açıkçası Türkiye satış fiyatı biraz yüksek... Ben kuaförümün tavsiyesi üzerine almıştım. Siz de denemek isterseniz kuaförünüzü sıkıştırın. Eğer internetten alışveriş yapıyorsanız şuradan sipariş verebilirsiniz.  

Son olarak kendime yeni bir saç spreyi daha aldım. Byphasse Keratine Liquide... Bir ürün dururken diğerini neden aldın diyebilirsiniz. Uniq One'ı her gün kullanmayı düşünmüyorum. Benim için haftada iki gün yeterli... Bu sprey keratin içeriyor ve kuru saçlar için... Ben sadece saç uçlarım için kullanmayı düşünüyorum. İlerde bu ürün hakkında da yorumlarımı yazarım. 

Tavsiye edeceğiniz saç spreyi var mı peki? Bekleriz...


23 Mart 2012 Cuma

Spartacus Vengeance: Sonunda Bekleyiş Bitti...


Uzun zamandır süren bekleyişimiz sonunda bitti. Aslında dizi başlayalı bayağı oluyor ama bir türlü yazmak gelmemişti içimden. Bitirip öyle yorumlamayı düşünüyordum ama şöyle genel bir şeyler söylemek istiyorum. Belki sezon sonunda yorumlama fırsatım olmaz. Diziyle ilgili diğer yazılarım için;

Yoksa Siz Hala Spartacus'u İzlemediniz Mi?
Spartacus: Aşk, Şiddet, Cinsellik
Spartacus: Gods Of The Arena
Spartacus Bahane, Gannicus Şahane

Spartacus'u, bu sezon malumunuz yeni biri canlandırıyor. İtiraf edeyim, benim gözüm birine alıştı mı, onu arar durur. Nitekim bu dizide de öyle oldu. Andy, çok özlüyoruz seni valla... Yeni karakter onu andırsa da özellikle ses tonu falan, benim hiç hoşuma gitmedi. Ancak dizinin sürükleyiciliğine, karakterlerin özelliklerine kendimi o kadar kaptırdım ki artık o kadar umursamadığımı fark ettim.

Spoiler içerir. İzlemeyenler okumasın.

Spartacus'un uzun bir ara vermesinin, seyirciyi soğutacağını düşünen yapımcılar, Gods Of The Arena'yı yayınlamışlar ve hayatımıza bir diğer unutulmaz gladyatör Gannicus'u sokmuşlardı. Daha onu gördüğüm ilk bölümde ya sezonun sonunda öleceğini ya da bir şekilde 2. sezonda diğerlerinin yanında göreceğimi düşünüyordum. Nitekim tahminim doğru çıktı. Dalgacı, patavatsız, kaygısız Gannicus'umuz ne kadar bu davaya inanmasa da Spartacus ve dostlarının yanında aldı soluğu. Bunun en büyük nedeni ise, akıl hocası ve en iyi dostu olan -lan dostu dedim ama adamın karısını ayarttı inek- Oenomaus'un Spartacus'e katılması...


Biraz da aşklara değinelim. Spartacus, uğruna her şeyi yaptığı karısına hala unutamamış olsa da Mira'nın varlığıyla biraz da olsa huzur bulmuşa benziyor. Kim ne derse desin. Ben bu çifti seviyorum. Hatta Crixus-Naevia çiftini bile solladı desem yeridir. Mira zaten Spartacus'e değil, Spartacus'un karısına olan sonsuz aşkına aşık. Nereden mi biliyorum? Birlikte oldukları ilk gece bunu söylemişti zaten.


Bu sezon bize sürpriz yaşatan ise, Agron oldu. Bu dev gibi cüsseye sahip adamın minicik bir Suriyeli'ye aşık olacağı kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. İlk sezondaki Barca'yla öyleydi nitekim. İtiraf etmeliyim, Nasir ve Agron'un arasındaki kimya dizideki kimse de yok. Bakışmaları, birbirlerine yaptıkları imalar bile beni benden aldı. Umarım bu aşk diğerleri gibi hüsranla bitmez. Dizideki favori aşıklarım çünkü... Eşcinsel birlikteliklerden hoşlanmayanlar olabilir ama yapacak bir şey yok. Dizinin şiddet ve cinsellik üzerine kurulu olduğunu hepimiz biliyoruz zaten. O nedenle böyle şeyleri izlemeyi sevmiyorsanız, kapatın gidin diziyi. Bu kadar basit...

Son olarak Gannicus'un bu sezon dişine göre birini bulacağını ve Melitta karısını unutmasını umuyorum. Zira Spartacus, Oenomous, Gannicus hepsi aşktan yana mutsuz adamlar...

Spartacus'un bu sezonu hakkında neler düşünüyorsunuz bakalım...

19 Mart 2012 Pazartesi

Peri Kutusu: Japon Yapmış ve Japon Ne Yapmış?



Peri Kutusu'na uzun zamandır bir şeyler eklemiyordum. Bu ara Japonya ile ilgili kitaplara ilgim arttı. Yeni gözdelerim "Japon Yapmış", "Japon Ne Yapmış?" Bu kitaplara, bir blogu okurken rasladım. Yazarı Onur Ataoğlu... İnternetten okuduğum kadarıyla dili, üslubu çok akıcı ve kitap içerik olarak çok komikmiş. Ben okuduğumda neler düşüneceğim? 

Onur Ataoğlu'nun gezdiği yerleri anlattığı bir blogu da var. Şuradan girip bir bakın derim. Ancak kitapları nereden bulabileceğim bir muamma. Bu tarz kitaplar genelde benim uğradığım sıradan kitapçılarda satılmıyor. Tıpkı Erdal Güven'in kitapları gibi internetten bakmam gerekecek sanırım. 

Bu kitapları okuyanlar var mı? Tavsiye eder misiniz?   

17 Mart 2012 Cumartesi

Dövüş Kulübü: Sadece Film mi Sandınız?


Dünyanın en iyi filmlerinden birisi olarak gösterilen, kült yapım Fight Clup'ın aslında bir kitaptan uyarlandığını biliyor musunuz? 

Dövüş Kulübü benim en az üç kere izlediğim ama bir üç kere daha izlesem bıkmayacağım bir film. Adıyla bağdaştıramadım şekilde içerdiği mesajlarla benim için değeri ayrı olan bir yapımdır. Bir kitaptan uyarlandığını öğrendiğim anda, alıp okumalıyım demiştim. Nitekim üç günde eritip bitirdim kitabı. Kafamı bu kadar karışık olduğu bir dönemde rekor gibi bir şey bu...

Kitaptan önce yazarı olan Chuck Palahniuk'tan -bu nasıl isim ya- biraz bahsetmek istiyorum. Kendisi otuzlu yaşlarına kadar edebi metin yazmaktan bihaber bir şahısmış. Hatta bir süre tamirci olarak çalışmış. İlk romanı Görünmez Canavarlar ile birçok yayın evinden geri çevrilmiş. İşin ilginç yanı ise, Dövüş Kulübü'ndeki gibi bir olayın Palahniuk'un başına gelmesi. Her zaman söylerim. Bütün yazarların kitaplarında hayatlarından bir parça kesin vardır diye. Palaniuk'un bir kavga sırasında suratı dağılıyor ve ertesi hafta iş yerinde kimse ona yüzüyle ilgili tek bir soru dahi sormuyor. Hatta onu görmezden geliyorlar. Bunun üzerine Palaniuk, bir insan yeterince kötü görünürse dilediği gibi hareket edebileceğini fark ediyor ve ortaya Dövüş kulübü çıkıyor. 

Genelde kitaplardan uyarlanan filmlerden bahsederken önce kitabı anlatıp, daha sonra filme geçiş yaparım. Ancak bu kitap ve film için biraz tersten gideceğim. Çünkü filmi izleyeli uzun zaman olmasına rağmen, kitabı yeni okuyabildim. Neyse, hadi başlayalım. Filmde, kitaptaki karakterlere olabildiğince sadık kalınmış. Baş karakterler anlatıcı (The Narrator), Tyler, Marla, Bob hatta dayanışma gruplarından birindeki karakter Chloe bile var...

Kitap, filmde olduğu gibi anlatıcının gözünden bize aktarılıyor. Şimdiki zamanda bir anlatım mevcut ki son zamanlarda okuduğum tüm kitapların hepsi bu zamanda çevrildiği için okurken biraz sıkılmaya başladığımı fark ettim. Üstelik, eğer filmin oradan oraya sürüklenen anlatımını sevmediyseniz kitabı hiç beğenmeyebilirsiniz. Çünkü deyim yerindeyse daldan dala bir anlatım mevcut. Bir bölümde Tyler'dan bahsedilirken, daha bir cümle geçmeden Marla'ya, oradan patronuna geçiş yapılıyor. Kitap bu yönüyle beni resmen delirtti ancak sonra anlatıcının uyku problemi, gerçeği ve rüyayı karıştırma olasılığı, psikolojik olarak çökmesi gibi sebeplerden dolayı bu anlatım tarzının kitabın doğasına uygun olduğuna karar verdim. Zaten bu anlatımdaki amaç ortada. Okuyucunun kafasını karıştırmak, Tyler ve anlatıcının bağlantısını olabildiğince saklamak, okuyucunun fark etmesini geciktirmek... 

Kitaptan her şeyi bekleyin ama edebi anlamda bir şey beklemeyin. Ne anlatım, ne benzetme ne de tasvir bakımından kitap benden geçer not alamadı. Zaten edebiyat olsun diye yapılmış bir eser değil bu. Yazarın amacı başından beri belli. Kendi içindeki isyanı anlatıcıdan, Tyler'a, oradan da bize aktarmaya çalışmış. 

Olaylar bakımından biraz fark var elbette ki bir kitabın filme çevrilmesi için bu çok olağan bir durum... Ancak film kitapla çok yakın bir çizgide gidiyor. Birçok olay benzer, hatta aynı... Özellikle karakterlerin kullandığı bazı kelimelere ve birçok cümleye yönetmen ya da senarist bilerek dokunmamış. Çok yakıştığını düşündü sanırım. Bilmiyorum. 

Eğer Dövüş Kulübü'nü seviyorsanız ben size bir de kitabını okumanızı tavsiye ederim. Eğer okumasanız da bir şey kaybetmezsiniz. 

Spoiler 

Filmin sonunda Anlatıcı kendisini vuruyordu. Kitapta da buna benzer bir son var. Ancak yazar son bölümde bunu öyle bir şekilde anlatmış ki normalde anlatıcı ölmüyor ama kitapta ölmüş ve öbür tarafa göz etmiş gibi tasvir edilmiş. Eğer merak ederseniz son bölüme bir göz atın derim. Saten iki sayfa bir şey... 

14 Mart 2012 Çarşamba

Açlık Oyunları: Bugünü ve Geleceği Anlatan Bir Seri


Yaklaşık iki senedir okuma listemde olan bir seriydi Açlık Oyunları... Seri hakkında internette şöyle güzel, böyle iyi, aşk üçgeni var, bıdı bıdı şeklinde  birçok yorum okumuştum. Etrafımdaki insanlardan da sürekli duyuyordum ama bir türlü alıp okumak gelmemişti içimden. Bir seri bu kadar abartılıyorsa, altından Twilight gibi vampir kılığına büründürülmüş, salt aşk romanı olan ve sonu hayal kırıklığı ile biten bir seri çıkabilir diye geçiriyordum  

Açlık Oyunları üç kitaptan oluşan, distopik bir roman serisi... Serinin ilk kitabı seriye adını veren Açlık Oyunları, ikincisi Ateşi Yakalamak, son kitabı ise Alaycı Kuş... Dünya çapında gösterdiği satış başarısından sonra yapımcıların da dikkatini çeken seriyi çok yakında sinamalarda göreceğiz. İlk film 23 Martta Türkiye'de gösterime giriyor. Yazının ilerleyen kısımlarında film hakkındaki ilk görüşlerimi belirteceğim. Okumaya devam...

Açlık Oyunları'nda zamanı tam olarak belirsiz bir gelecekte, eskiden Kuzey Amerika olarak tanınan cografi bölgede bulunan Panem ülkesinden bahsediliyor. Bu ülke merkezde bulunan Capitol ve ona bağlı 12 mıntıkadan oluşuyor. Mıntıkalar açlık, sefalet ve hastalıklarla boğuşup, bir yandan hayatta kalma mücadelesi verirken Capitol'ü beslemek zorundalar. Mıntıkalar geçmişte Capitol'e ve onun diktatör rejimine karşı ayaklanmışlar ancak Capitol isyanı bastırmış ve hatta 13. Mıntıka'yı yok etmiş, hatta haritadan silmişler. Aynı sonun kendi mıntıkalarına olmasını istemeyen diğer insanlarda Capitol'e boyun eğmek zorunda kalmışlar. En doğru kelimeyle mıntıkalar birer sömürge... Capitol'ün tüm yükü mıntıkaların üzerine binmiş durumda... Bu nedenle Barış Muhafızı denen Capitol'ün adamları tarafından sıkı bir denetim altındalar. Capitol adına yapacakları en ufak bir hareket ima bile kafalarına bir kurşun sıkılması şeklinde son bulabliyor. Tam tersi Capitol, insanları her türlü zevk içinde yüzen, savaştan ve onun getirdiklerinden çok uzak tek bildikleri, estetik ameliyatları ile yüzlerini biraz daha gerdirme veya bir gram kilo almamak için bir kez daha kusma anlamına gelen bir sürüden ibaret... Dahası bu sürüyü eğlendirmek için -ki ilk kitabın konusu da böyle başlıyor- her sene Açlık Oyunları adı verilen, her mıntıkadan seçilen bir erkek ve kız çocuğunu yani haracı, her yeri insan eliyle yapılmış, yapay bir arenaya doldurup, birbirlerini öldürmelerini izleyen ve televizyondan canlı olarak tüm ülkeye yayınlanan ölümcül bir şov düzenliyorlar. Şovun bitmesinin tek bir şartı var. Sadece tek bir kazanan kalıncaya kadar diğer bütün haraçların ölmesi... Böylelikle Capitol hem ölenlerle birlikte mıntıkaların birbirine düşman olmalarını sağlarken, bir yandan da gücünü onlara göstermiş olarak bir taşla iki kuş vuruyor.

Kitaplar baş karakter olan Katniss Everdeen'ın bakış açısıyla bizlere sunuluyor. Katniss, babası madende bir kaza sonucu öldükten sonra, annesi ve kız kardeşine bakmak zorunda kalan ve geçimini avcılık yaparak sağlayan bir 12. mıntıka kızı... 16 yaşında olmasına rağmen, hem yaşamın ona getirdikleri zorluklarla hem de kendi özelliklerinden dolayı onu, zeki, güçlü, mücadeleci ve inatçı birisi olarak tanımlamak yanlış olmaz. Ayrıca güzel de bir kız... Bir de Gale var. Tam bir avcı ve asker... Onu Katniss'in erkek versiyonu olarak da tanımlayabiliriz. Avı gibi düşünüp öyle hareket eden iyi bir atıcı. Onun da babası aynı kazada ölmüş ve annesiyle, kardeşlerine bakmak zorunda. Katniss, av arkadaşı olan Gale ile, Capitol ve onun entrikalarından olabildiğince özgür yaşamaya çalışırken, o senenin Açlık Oyunları haracı olarak kuradan kardeşi Prim çıkınca Katniss onun yerine gönüllü oluyor ve seri de böylece başlıyor.

Katniss, 12 Mıntıka'dan erkek haraç Peeta ve daha önce aynı mıntıkadan oyunları kazanan tek galip olan Haymitch ile birlikte Capitol'e yol alırken tek düşündüğü şey, kardeşine verdiği söz: Hayatta kalmak... 

Gelelim oyunlarda 12. mıntıkanın diğer haracı olan Peeta'ya... Peeta, 12. mıntıkanın fırıncısnın oğlu... Güçlü kollara ve senelerdir pasta süslemenin getirdiği alışkanlıkla müthiş bir kamuflaj yeteneğine sahip... Oyunlarda Haymitch!in de yardımıyla Katniss'e tek taraflı aşık olduğunu itiraf ediyor ve onun şansını artırmak için elinden gelen her şeyi yapıyor. Onların eğiten Haymitch ise benim ilk kitaptaki favori karakterim... Sarhoş kimliği ve zaman zaman kötü esprileriyle kendi kimliğini saklamaya çalışsa da galiplerden biri olarak geçmişte yaşadığı acıları olduğunu kitabı okudukça fark ediyorsunuz.

İlk kitabın başlangıcındaki Gale ve Katniss'in aralarında geçen olaylardan ve hemen sonrasında oyunlar sebebiyle araya Peeta'nın girmesiyle bir aşk üçgeni karşımıza çıkıyor. Gale ve Peeta hem karakter hem de fiziksel olarak birbirlerine çok zıt karakterler... Bir yanda Katniss'in güvendiği nadir insanlardan birisi Gale, diğer yanda senelerdir konuşmadığı ancak artık aynı arenada mücadele edeceği bir Peeta...  Böyle olunca okuyucuyu heyecan sarıyor. Okuyucunun aklında; "Katniss hangisini seçecek?" sorusundan ziyade, "Hangisi hayatta kalmayı başaracak ve Katniss onu seçmeye mecbur olacak. " gibi bir soru dönüyor.

Okuyucunun Katniss karakterini bu kadar sevmesinin ve sonunda kahramandan, anti-kahramanın dönüşmemesinin nedeni; Katniss'in gösterişli ya da tam tersine acınacak birinden ziyade, olabildiğince kendi dünyasında normal bir kişi olmasından kaynaklanıyor. Başına birçok şey gelmesine rağmen, ayakta kalabiliyor ancak bunu yaparken bir yandan sevdiklerini düşünürken, diğer yandan kendisini de düşünüyor. Bencil bir karakter Katniss... Kendi çıkarlarını her zaman gösteriyor. O, "Ateşler İçindeki Kız" ama ateşin içine atılırken bunu körü körüne yapmıyor ya da gösteriş budalası olarak nitelendirdiğimiz birçok kahraman gibi kendini ölesiye insanlar uğruna feda etmiyor. Her normal insanın yapacağı türde seçenekler bunlar. Bu nedenle Katniss, bizden biri ve sevilmesinin en büyük nedeni de bu...

İkinci kitap Ateşi Yakalamak, daha çok ilk kitabın devamı niteliği taşıyordu. Özellikle aşk üçgeninin devamı için Peeta'nın bir şekilde hayatta kalmasının hayati önem taşıdığını yoksa kitabın aşk ölçüsü bakımından büyük darbe alacağını düşünüyordum. Nitekim ilk kitabın sonunda bir şekilde hem Katniss, hem de Peeta bir şekilde arena cehenneminden kurtulmayı başardılar. İkinci kitap olaylar bakımından ilk ve üçüncüye göre biraz ağır aksak ve tanıdık işlense de sonuncu kitaba bir zemin hazırlamak için iyi kurgulanmış. Bölümler uzatılmamış ve çok fazla ayrıntıya girilmemiş.

İkinci kitapta Katniss ve Peeta'nın 12 Mıntıka'ya dönmesi ve Katniss'in oyunlardan sonra geride bıraktıkları insanlarla yüzleşmesiyle başlıyor. Burada en fazla acı veren eski arkadaşı ve hayal kırıklığı Gale... Gale onu Peeta meselesi yüzünden affedecek gibi görünmüyor ve kendi açısından haklı sebepleri de var. Kızdığı tek kişi Katniss değil, aslında onları bu duruma sokan Capitol olsa da Katniss ve Peeta onun gözünde bunun somut bir kanıtı gibi... Kitabın ilk bölümleri daha çok Katniss'in Gale'in gönlünü alma çabaları ve Capitol'un an be an izlediği Peeta ile olan ilişkilerini koruma çabasını anlatıyor.   Ancak Katniss'in sorunları bununla sınırlı kalmıyor. Arenada yaptığı şovlar başına büyük bela olmuş durumda... Sürekli onu gözetleyen Capitol başkanının bir gün ziyaretiyle Katniss başının çok daha büyük bir belada olduğunu fark ediyor.

Katniss'in kendi çapında yürüttüğü isyan çabası mıntıkalarda sembol haline gelmiş. Sömürülen mıntıkalar, yavaş yavaş ayaklanmaya başlıyorlar. Dahası 13. mıntıka hakkında asılsız iddialar ortaya atılıyor. Bu sırada Açlık Oyunları'nın 75. yıl dönümü olması dolayısıyla çeyrek yıl dönümünü kutlamak için, bu yıl düzenlenecek oyunların farklı ve daha muhteşem olması gerekiyor. Katniss ve Peeta, Capitol tarafından çevrilen dolaplar nedeniyle bir kez daha kendilerini bu ölüm çemberinin içinde buluyorlar. Capitol'un amacı belli, isyanı başlatan kişileri ortadan kaldırmak ve bunu yaparken yine gücünü göstermek... Katniss bu sefer sadece arenadaki düşmanlarıyla değil, dışarıda olan bitenlerle de uğraşmak zorunda... En önemlisi de değer verdiği kişiler; ailesi, Gale ve Peeta'ya azar gelecek olması...

İlk kitapta yazar Katniss'in Peeta'ya yaklaştırmak için elinden gelenin fazlasını yapmış, hatta bana göre biraz da zorlama olmuştu. Arenadaki tüm kameralar, onları izleyen binlerce insan, iki insanın şov amaçlı kullanılması ve sonunda bu oyunun gerçeğe dönüşme olasılığı... Bir yanda ise Katniss'in hep aklının köşesinde olan en yakın arkadaşı Gale... Aslında ilk kitapta aşk üçgeni yok. Çünkü birinden diğerine koşan bir Katniss yok. Daha çok ikinci kitapta bir vicdan sızlaması var.  O hep bir şeyleri yapmaya mecbur... Dahası artık büyükler için piyon olmaktan sıkılmış durumda... Başkan Snow'un oyunları nedeniyle ondan nefret ediyor ve tek istediği onu kendi elleriyle öldürmek... 16 yaşındaki bir genci düşünün. Tek istediği ailesi ve sevdikleriyle mutlu olmaktır. Ancak onun dünyasında mutlu olmak gibi bir tabir yok. Küçük insanlara ve onların küçük dünyalarına el koyan, kendi çıkarları ve amaçları için onları hiçe sayan ve hayatlarını mahveden insanlar var. Mıntıkalar ya da Capitol, bu hiç fark etmiyor. Katniss ve onun yaşadığı dünya çok karanlık... Okurken en fazla ortaya çıkarılan, işlenen ve hatta okuyucunun gözünün i.ine sokulan nokta bu...

Üçüncü kitap Alaycı Kuş'un adı; baş karakterimiz Katniss'in üzerine yapışıp kalan alaycı kuş sembolünden geliyor. Katniss, bir şekilde ikinci kez arenadan kurtulmuş ve 13 mıntıka denen ancak herkesin bir zamanlar yok olduğuna inandığı yer altı şehrinde buluyor kendini. Peeta, ne yazık ki Capitol'un elinde tutsak... Daha da kötüsü artık 12. mıntıka diye bir yer kalmamış. Capitol bir zamanlar 13. mıntıkaya yapamadığını 12. mıntıkaya yapmış ve her yeri yakıp yok etmiş. Aralarında Gale ve çok az sayıda 12. mıntıka sakininin bulunduğu bir grup insanda 13. mıntıkaya sığınmış. Dahası diğer mıntıkalarda 13. desteği ve Katniss'in verdiği cesaretle resmen ayaklanmaya başlamışlar. Katniss bir yandan Peeta'nın esir düşmesi ve mıntıkalarda ölen insanlar, diğer yanda esaretten kurtulmak ve insanları kurtarmak istemenin verdiği cesaretle nasıl hareket edeceğini ve ne yapacağını kestirmeye çalışıyor.

Kitabın başı, itiraf etmeliyim ki biraz sıkıcı gelebilir. İlk birkaç bölüm Katniss'in kendi iç hesaplaşması, Peeta ve 12. mıntıka nedeniyle duyduğu vicdan azabı ve suçluluk duygusu anlatılıyor. Birinci ve ikinci kitabın hızlı gidişatına alışanlar biraz yadırgayabilir. Ancak hem son kitap olması hem de olayların bu kitapta açıklanacak olması nedeniyle birkaç bölümden sonra heyecan ve gerilim artıyor. Hatta bir bölümden sonra zirve yapıyor. Bir sonraki sayfayı çevirmek, bölüm sonlarını getirmek için sabırsızlanıyorsunuz. Ben, bir kitap okurken genelde bölümleri bitirir, ertesi gün kaldığım yerden devam ederim. Ancak bu kitap serisi huyumu değiştirdi. Çünkü bölüm sonları, bizim diziler gibi çok can alıcı noktalarda bitiyor. Ancak Collins bunu öyle bir şekilde yapmış ki, "Kim? Ne? Nerede? Nasıl?" gibi bir soru aklınıza takılıyor ve bir sonraki bölümü açmış ve kendinizi okuyor halde buluyorsunuz. Bu bitiş yerleri de mesela "Onu başından vurdum.", "Burada ateşler içindeki kız için yer yok.", "Mızrağı küçük bedenini delip geçti." tarzında vurgulayıcı ama diğer bölüm hakkında hiçbir ipucu içermeyen cümleler... Bir zamanlar yazdığım fanficlerde aynı tarzı kullanan biri olarak Collins'in bu anlatımı çok sevdim ama bir okuyucu olarak da zaman zaman delirmedim değil.

Üçüncü kitap ayrıca bize bir şeyi de çok iyi öğretiyor. Düşman sizin düşündüğünüz şekilde değildir ya da aynı kişi ya da kişiler de olmayabilir. Bazen en yakınınız, bazen sizi koruyup kollayan olabilir. Üçüncü kitabın en sevdiğim yanı, günümüzde olan birçok olayın-sosyal, politik, coğrafi v.s.- işlenmiş olması... İktidar için her şeyi yapanların, bunun altında ezilen halkın, direnişçileri bastırmak için her türlü yolun denenmesinin ve bunların sonuçlarının tüm insanlığı nasıl etkilediğinin eninde sonunda zararlı çıkanın tüm insanlık olduğunu yazar distopik edebiyatı altında çok güzel işlemiş.

Küçük bir spoiler verecek olursam Collins, cicili bicili, sonunda herkesin mutlu mesut yaşadığı bir dünya bırakmıyor kitabın sonunda. Ölenler, parçalanan aileler, intikam hırsıyla yananlar ve acılar... Bütün bunların yanında serinin başladığı yerde düğümlenmesi ve çözümlenmesi de ele alınacak ayrı bir konu. Seriyi bitirenler burada ne demek istediğimi çok iyi anlayacaklardır. Çünkü bana göre bu olması gereken bir şeydi. Sürekli aynı vurguyu yapıyorum. Bu seri baş karakterlerini, çocuk yaştaki gençlerin oluşturduğu bir kitap olsa da gençlerin pembe gözlükleriyle oluşturulan bir dünya değil kitapta anlatılan. Özellikle son kitapta ağlayacağınız bölümler olabilir. Okumayanlar uyarmadı demeyin.

Kitapta, aşk üçgeni varmış gibi görünse de Collins, aslında başından beri Katniss'i kiminle görmek istediğini bizim yani okuyucunun gözünün içine sokuyor resmen. Tüm cümleler, kurguladığı tüm öykü bunun üzerine sanki... Araya ayrılıklar girse de Katniss'in gönlünde yatanın aslında içten içe kim olduğunu anlayabiliyorsunuz. O nedenle ben size aşk üçgenini çok fazla düşünmemenizi ve kitabın anlattığı diğer konulara odaklanmanızı isterim. Çünkü bu kitap her şeye çok fazla dalıyor ancak sadece aşk üçgenini üstün körü geçiyor. Birçok sitede gördüğüm kadarıyla insanlar genelde Peeta'yı seviyor ve ona bağlanıyorlar. İtiraf ediyorum ben tam tersine Gale'ciyim. Güçlü yanı, askeri adımlar atması, bazen de acımasız kararlarıyla o dünyaya en fazla yakışan karakter Gale... Çünkü Gale, Katniss'in erkek versiyonu gibi... Üstelik Peeta, o dünya için çok fazla yumuşak, uysal ve fedakar bir karakter. Sonunda ölmesi gereken bir karakter üstelik... Ben, kendi açımdan sanırım daha acımasız karakterlerden hoşlanıyorum. Siz benim gibi olmayın.

Collins, gerçekten kitabın kurgusunu çok iyi yapmış, çünkü özellikle ikinci kitaptaki bazı karakterler ve sözleri üçüncü kitapla çok uyumlu. Soruların cevapları aslında çok önceden verilmiş ve siz bir yandan şüpheye düşerken, diğer yandan ben böyle olacağını tahmin etmiştim derken buluyorsunuz kendinizi. Anlatım olarak bir sorun yok ancak eleştirmek istediğim bir nokta var ki o da kitabın çevirisi; BERBAT! İlk kitapta şimdiki zamanda anlatım varken, ikinci kitapta hangi türde anlatım kullanıldığını anlayamıyorsunuz. Seri içinde çevirisi en iyi olan kitap sanırım üçüncüsü... Yayınevi ve editörlerin aklı başına çok sonradan gelmiş anlaşılan ama biraz geç olmuş sanki. Ben kendi açımdan şimdiki zamanda anlatımı pek sevmiyorum. Uzun soluklu kitaplar için çok uygun değil. Eğer çeviri de iyi değilse, yapılan hatalarla işin içinden çıkamıyorsunuz. Bu kitapta da aynen dediğim bu durum yaşanmış. Yazık olmuş...

Son olarak başlarken serinin beyaz perdeye aktarılacağını söylemiştim. Fragmanlardan ve oyuncu seçimlerinden biraz bahsetmek istiyorum. Katniss rolüne seçilen Jennifer Lawrence bana göre Katniss'i oynayabilecek son kişi bile değil. Sadece gözlerinden ve saçlarından bahsetmiyorum. Katniss, fiziksel güçlü olsa da kitapta oldukça zayıf ve ufak tefek bir kız olarak tarif ediliyordu. Dahası bir gün yemek bulsalar bile çoğu günlerini yarı aç geçirmek zorunda kalıyorlardı. Fragmanlara ve ön gösterim fotoğraflarına bakarak söyleyebilirim ki, 12. mıntıka elemanları, besili 2. mıntıkanın kariyer haraçları gibi görünüyor. Jennifer iri kıyım yapısı ile bu tanıma hiç uymuyor. En azından film öncesi biraz kilo vermesini önermeliymiş yönetmen, hiç fena olmazmış. Dahası aynı şey Gale ve Peeta içinde geçerli kitapta yakışıklı bir çocuk olarak tarif edilen Peeta özellikle hayal kırıklığı yaratmış durumda. Gale, ise yine Katniss'le aynı sebeplerden oyunculuk seçimi bakımından sınıfta kalıyor. Tabi, bunu yetenekleri açısından söylemiyorum. Belki, bu bahsettiğim tüm oyuncular, filmde sergiledikleri performansları sebebiyle gönlümüzde taht kuracaklar.  Ancak karakterlerin izleyicinin hayalinde oturtulması açısından büyük gölge düşürdükleri kesin...

Film serinin Türkiye'de ve dünya çapında tanınırlığını artıracak olsa da eminim, seriyi benim gibi çok önceden keşfedenler, film sonrası bu serininde çılgınlığa erişmesi olasılığı nedeniyle bayağı bir sıkıntı çekecekler gibi görünüyor. Çünkü seriyi sadece filmlerden ibaret sanan ve yalnızca aşk üçgenini gören zihniyetle, kitabı okuyup, gerçekten irdeleyenler ve asıl değindiği noktaları özümseyenler arasında bir tartışma ortamı çıkmaması elde değil. Haksız mıyım yoksa?

Kısacası, Açlık Oyunları kurgusu, anlatımı ve karakterleriyle okunası seriler arasında yer alıyor. Hatta bazı serileri geride bırakıyor. Tavsiye eder miyim? Kesinlikle ederim.

11 Mart 2012 Pazar

Priest: Uzak Doğu Kökenli Vampir Filmi


Uzun zaman oldu bu filmi izleyeli ancak elim bir türlü klavyeye gitmedi... Maggie Q.'yu çok sevdiğim için bu yapımı da izlemek istedim. Üstelik geçen yıllarda ve bu yılı da göz önüne alırsak vampirleri konu alan bir film olduğu için izlenmeli diye düşündüm. Filmi, fantastik ve korku tarzının yanı sıra distopik kategorisine de koyabiliriz. Zamanı belirsiz bir gelecek ve o gelecekte yaşanan savaşlar, karanlık günler, bana nedense vampir öğesi olmasa filmi direk bu gruba koyabileceğimi hissettiriyor.

Flmin senaryosu TokyoPop'a ait bir çizgi roman... Haliyle daha karanlık... Bu filmde Twilight tarzı cicili bicili, aşk meleği vampirler yok. Onlar insanların düşmanı... Ve gerçekten çok çirkin yaratıklar... Yıllarca süren vampirler ve insanlar arasındaki savaşın sonunda, vampirler şehirlerin dışında hapishane tarzı yerlere kapatılmışlar. Bunu sağlayan ise kilisenin eğittiği, özel savaşçılar... Bu kutsal savaşçılar, üstün yetenekleri nedeniyle seçilmiş ve yıllarca kilise tarafından eğitilmişler. Ancak savaş sona erip, vampirler şehirlerden ve insan hayatından uzaklaşınca bu savaşçılarda gözden düşmüşler.

Ta ki, vampirler inlerinden çıkıp ortalığı yeniden kana bulamaya başlayana kadar... Ancak bu sefer kilise eskisi gibi bu savaşçıları vampirlere göndermek yerine tepkisiz kalmalarını istiyor. Bu olaylar sırasında, yeğeni vampirler tarafından kaçırılan bir papaz kiliseye karşı gelerek olayı kendisi çözmek için yola koyuluyor.

Priest'ın karanlık tarafı ve vampirlere melek sıfatından daha çok, canavar tanımlaması yapılması benim sevdiğim yanlarından... Aşk vampirleri görmek insanları artık fazlasıyla baydı. Elbette vampir kitaplarını fazlasıyla takip eden beni de... Onun dışında çizgi film efektlerini kullanması nedeniyle ben filmin görselliğine katkıda bulunmak yerine gölge düşürdüğüne inanıyorum. Filmi, gerçekçiliğinden çok uzaklaştırmış.

Filmin benim için en sevdiğim yanlarından birisi, Maggie Q.'nun olmasıydı. Özellikle bu tarz hareketli, dövüş sanatlarının işlendiği filmlerde kendisini görmeyi çok seviyorum ve beğenerek izliyorum. Çoğu Amerikalı oyuncu gibi gözüme batmıyor.

Priest'ın eksik ya da benim açımdan geçer not alamamasının bir nedeni de bu kilise ve dini işaretlerin filmin içinde gözümüzün içine sokularak gösterilmesi... Vampir ve vampirlerle ilgili her şeyin haçlarla, din adamlarıyla ve kiliseyle bağdaştırılması benim açımdan her zaman saçma bulunmuştur. Kaç sene evvel çekilen Dracula'yı bir kenara bırakırsak, yeni yapımlarda da bu klişenin devam etmesi, Amerikalı film yapımcılarının basit bir propagandası gibi geliyor bana ve bizi aptal gibi görmeye başladıklarını düşünüyorum. Zaten benim okuduğum ve hala devam ettiğim seriler artık bu din ve Hristiyanlık olgusunu bir kenara bırakmış yapımlar ve kitaplar... Misal True Blood gibi... Ne yani vampir filmi yapan bir budist Japon yönetmen de film karakterinin eline bir Buda heykeli tuttursun. Nedir bu yani!

Priest devam niteliği taşıyan bir yapıma benziyor. Çünkü filmin sonundan benim anladığım tek şey bu...  Vaktiniz varsa ve vampirleri farklı açıdan ele alan yapımlardan hoşlanıyorsanız izlenebilecek bir film ama izlemezseniz de bir şey kaybetmezsiniz.

Bu tarz vampir filmleri hakkında neler düşünüyorsunuz? Twilight'tan daha inandırıcı mı yoksa değil mi? 

10 Mart 2012 Cumartesi

Kitap Yurdu'ndan İlk Alışverişim


Ne zamandır internetten kitap alışverişi yapmıyordum. Bu ara popüler serileri takip ettiğim için, o kitapları her yerde bulmam kolay oluyor ve internetten aramama gerek kalmıyordu. Aradığım birkaç kitabı almak için bu sefer ki tercihim Idefix değil, Kitap Yurdu oldu.

Aldığım kitaplar;

Dövüş Kulübü - Chuck Palahniuk
Japonuma Laf Söyletmem Arkadaş - Erdal Güven
Agarta Illuminati Savaşı - Birol Ertan
Tanrı'nın Gölgesi II. Abdülhamit - Joan Haslip


Siparişimi 7 Mart tarihinde verdim. İstediğim kitaplardan sadece birisi aynı gün postalanabiliyordu. Diğerlerinin yanında 2-3 gün içerisinde temin edilebilir ibaresi mevcuttu. Nitekim postam bugün (10 Mart) elime ulaştı. Kitaplarım hem boncuklu poşetlere hem de üstü karton kaplı şekilde sarmalanmış halde geldi. UPS kargoyla sorunsuz teslim aldım. Kitapların içine ayrıca bol bol kitap ayıracı koymuşlar. Benim gibi ha bire kaybeden biri için süper bir şey...


Kargo bedava... Kitap Yurdu'nda şöyle bir uygulama var ki keşke her sitede olsa diye içimden geçirmedim değil. Kargosu bedava olan promosyonlu kitaplar var. Onların içinden seçtiğiniz bir kitabı sepetinize eklediğiniz zaman tüm kargo ücretini Kitap Yurdu ödüyor. II. Abdülhamit adlı kitabı ben böyle aldım. Fiyatı 12.6'tı ve kargosu bedavaydı. Sepete ekleyip tüm kitaplarımın kargosunu karşıladım hem de elimde bir kitabım daha olmuş oldu. Oley!!!

Son olarak bir şey hakkında yorum yapmadan geçemeyeceğim. Birkaç kez sipariş vermeyi denediğim halde, site ya Paypal hesabımı kabul etmedi, ya kredi kartınız dolmuş gibi saçma sapan bir bahane gösterdi ki ben kredi kartımı iki gün önce yatırmıştım. O nedenle sipariş verirken böyle şeylerle karşılaşırsanız şaşırmayın derim.

Sizin kitap aldığınız siteler var mı? Tavsiyeleri bekleriz.

5 Mart 2012 Pazartesi

İstanbul'da Ankaralı Olmak


Blogumu takip edenlerin bazılarının bildiği ama çoğunun haberinin bile olmadığı üzere ben Ankara'lıyım. Hem de öyle başka şehirden Ankara'ya göçüp oradan yetişmiş olanlardan da değilim. Köyümüz Ankara'ya iki saat uzaklıkta ve dedemin ailesi, dedem daha 5 yaşındayken merkeze yerleşmişler. Biz de kaç nesildir Ankara'dan kopamadık, ta ki benim ailem iş nedeniyle İstanbul'a yerleşene kadar...

Yaklaşık 1.5 senedir İstanbul'da yaşıyorum. Haliyle burada tanıştığım birçok insanda iki büyük şehirden hangisini sevdiğimi sorup duruyor. Çünkü ben, benim ailem dışında İstanbul'a gelip yerleşen Ankaralı'yla daha tanışmadım. Hal böyle olunca bu nacizane yazıyı yazmak istedim. Bir Ankaralı neler düşünüyor bakalım?

1- Sevgili İstanbullular ya da başka şehirli olup, bu şehre göç edenler -ki bu kategori ilk seçenekten çok daha kalabalık- yeni tanıştığınız Ankaralı birine bakıp "Ankara iyidir ama işte, deniz yok." demeyin. Biz de biliyoruz denizin olmadığını... Ankara'da yaşamışız bunca sene, uzayda değil. Biraz coğrafya bilgisi olan herkes de bilir bunu. Sinir oluyorum her tanıştığım insanın bunu söylemesine...

2- Birisi size nereli olduğunuzu sorduğunda İstanbul demeyin. Yemezler canım... Gerçek İstanbullu kaldı mı bu devirde? Utanmadan, sıkılmadan nereli olduğunuzu söyleyin. Civciv yumurtadan çıkmışta, kabuğunu beğenmemiş hesabı, geldiğiniz yere burun kıvırmayın.

3- Bu İstanbullular bir alem valla... Yağmur, çamur, kar onları durduramaz. Eğer gezmeyi akıllarına koydularsa, kar dizi boyu olup, yolları kapasa da, yazın sıcaklık 40 derece olsa da, onlar gene gezmelerinden kalmazlar. Sanırım biz Ankaralı'lar biraz rahat insanlarız. Ben karın yağdığı günlerde bırakın gezmeyi, işe bile gitmek istemiyordum...

4- Yeni tanıştığınız bir Ankaralı'ya "Oyun havası bilir misin?" diye sormayın. "Ne o, düğünde beni mi çağıracaksın?" gibi bir yanıt alırsanız da şaşırmayın. Ankaralılar'ın hepsi olmasa da geneli oyun havasından, misketten az çok anlar. Ancak her duyduğumuz müzikte de ortaya çıkıp da iki kırıtacak halimiz yoktur.

5- Ankara'da adım başı AVM dolu... Haliyle denizde olmayınca, özellikle kışın millet hafta sonlarını buralarda alışveriş yaparak geçirir. İstanbul'da tam tersiyle karşılaşırım diye düşünüyordum ama yok. Burada da durum az çok aynı... Giderek tüketim toplumu oluyoruz, gerçek olan bu.

6- İstanbul'un trafiği kötüdür. Hatta kötü demek az kalır, berbattır. Hele ki kış ayları ve hava biraz yağışlıysa, vay halinize... Megan Fox "İstanbul'u kasaba sanıyordum." dediğinde arkasından ana, avrat düz gitmediğimiz kalmıştı bir tek ama kadın doğru söylemiş. Kar düştüğü anda kent felç olur, etraf doğuda ulaşılamayan köylerin yollarına döner. Bunca senedir Ankara'da yaşadım, onca sene o kadar kar gördüm ama bir gün bile arabamızın yolda kaldığına şahit olmamışımdır. İstanbul'da ilk karda araba yolda kaldı. Eve yürüyerek gelmek zorunda kaldım.

7- Her şey elinizin altındadır. Bu güzel bir şeydir. En iyi markaların, en güzel ürünlerine ulaşabilirsiniz. Üstelik çeşit de çok fazladır. Üniversiteyi Ankara'da okurken arkadaşlarım bana iç geçirir, çok şanslı olduğumu söylerlerdi. Gerçi artık pek bir fark kalmadı ama bunu da söylemeden geçemeyeceğim.

8- İstanbul'daki çoğu kişi çalışır. Bizim ev hanımı komşu teyzelerden, ortaokul, lise öğrencisi çocuklarına kadar her yaştan ve cinsiyetten insanı çalışırken görmeniz mümkündür. En azından ev hanımları, çocuk bakıcılığı yaparlar. Öğrenciler ise market tarzı yerlerde tanıtım işlerinde görev alırlar. Nüfusün en yoğun olduğu şehir olarak işsizlik oranı bu esaslara bakılarak hesaplansa, işsizlik oranı çok düşük çıkar.

9- Eğer hayatınızın neredeyse %95'lik kısmını Ankara'da geçirdiyseniz en fazla çevrenizi özlersiniz. O yüzden buraya yeni yerleşmiş birine, arkadaşların var mı diye sormayın. İki günde arkadaş mı edinilir? Ha edinilir ama o arkadaşlıklar nasıl olur, işte orada bir sorun vardır.

10- Çok ilginçtir ki Türkiye'de bulaşık makinesi satışı düşük olduğu halde, İstanbul'da ev hanımlarının bile mutfaklarında bulaşık makinesi vardır. Ancak bu makineler daha çok millete gösteriş amaçlı orada bulunurlar. Toplanan tabakların yine elde yıkandığına kaç defa şahit olmuş biriyimdir. Ankara'da mı? Orada da durum az çok aynıdır ama genelde ev hanımlarının bulaşık makinesi yerine başka ev aletleri tercih ettiğini görürdüm. Şimdi nasıl pek bilmiyorum.

11- Kimilerine sallıyorum gibi gelebilir ama Ankara, İstanbul'dan daha yeşil görünür. Caddelerin kenarları, otobanların etrafı, binaların ön bahçeleri, bulunan en ufak toprak araziye belediyeler hemen ya çiçek eker ya da çim döşerler. Bir gün kuru toprak olan alan, ertesi gün bir bakmışsınız yemyeşil çimlerle kaplıdır. Üstelik öylece kalmaz bu alanları her mevsimde ve aralıksız sularlar. Malum Ankara karasal iklime sahip. Eğer yazın yeterli yağış almayan çimleri sulamazsanız iki günde cayır cayır yanar ve kurur. Öyle ki bu sulama işini bayağı bir abartmışlar. Yağmurlu günde bile adamların tankerlerle sulama yaptığını bilirim.

12- İstanbul gibi, Ankara'da da son yıllarda özel üniversite sayısı tavan yaptı. Hele ki meşhur bir Eskişehir Yolu'muz var ki sormayın gitsin. Etrafında boş arsa olması nedeniyle bu yolun her 10 kilometresinde bir üniversite görmeniz mümkün. Gerçi artık şehir merkezlerindeki güya kampüs dedikleri 5 katlı binalara da açıyorlar üniversiteleri ama Eskişehir Yolu'ndakiler daha büyük bir alana sahip.

13- Ankara soğuktur. Hele ki bu sene -ben kışın gidemedim ama arkadaşlarımın yalancıyım- sıfırın altında yirmiye kadar düşmüştü sıcaklıklar. Kış tatillerinde İstanbul'a geldiğim zaman kendimi güneye gelmiş gibi hissederdim. İstanbul'da, Ankara'daki gibi kız olsa, yollar buza bağlasa herhalde 3 gün değil, 15 gün hayat felç olurdu.

Bir Ankaralı olarak şimdilik aklıma gelenler bunlar... Var mı aranızda Ankaralı ya da Ankaralı tanıdıkları olan?   

Yalan Dünya: Ve Gülse Birsel Sahneye Çıkar...


Aslında bu bayağı gecikmiş bir yazı ama olsun. Dizi daha ilk sezonunda ne de olsa. Genel bir şeyler söylemek istiyorum sadece... Nihayet Gülse Birsel, Avrupa Yakası'ndan sonra verdiği arayı kısa tutup ekranlara döndü.

Blogumda Türk yapımlarından pek bahsetmediğimi görüyorsunuz. Çünkü izlemiyorum. Geçen sene bir dönem "Öyle Bir Geçer Zaman ki" adlı yapımı takip ediyordum ama o da bu sene işin tadını kaçırdı. Türk dizileri uzunluğundan dolayı belli bir zaman sonra hep tekrara düşüyor. Ben de istiyorum, açıyım televizyonumu, güleyim, ağlayayım, kendi dilimde bir şeyler izleyim istiyorum ama yok. Ben ne yapabilirim? Sektörü tümden değiştirme imkanım olsa neyse...

Sonunda bu dizi başladı da en azından soranlara verecek bir cevabım oldu. Türk dizilerini sadece reklam arasında seyrettiğini iddaa eden, ancak sorsan bilmem kimin seceresini önüne döken, "Ay ben Türk dizisi izlemeeeem kiiiiiii! Çok banal! " diyen tiplerden ya da entel olduğunu gösterecek ya o nedenle iyi de olsa kötü de olsa yapımlara b.k atan tiplerden nefret ediyorum. Durum bu...
Neyse gelelim Gülse Birsel'in yapımlarına... Ne yalan söyleyeyim. Avrupa Yakası yayınlandığı dönemde her hafta izleyemiyordum. Genelde yazın gün içinde yayınlanan tekrarları ara sıra izler ya da youtube'dan sevdiğim sahnelerin tekrarlarına göz gezdirirdim.

Avrupa Yakası olsun, Yalan Dünya olsun Gülse Hanım içimizden insanları çok iyi gözlemleyerek, kendi kalemini konuşturuyor. Mesela Yalan Dünya'daki sonradan görme aile, ayakta kalmaya çalışan iki kardeş, yalnız kalmış bir oyuncu, nişanlısından ayrılmak isteyen bir erkek, hepsi aslında bizim de çevremizde zaman zaman gördüğümüz tipler... Hatta belki biz de bunlardan biriyizdir. Kim bilir?

Dikkatimi çeken bir konuda, Gülse Hanım'ın çalıştığı sektörlerle dalga geçişini dizilere konu etmesi. Kendisi Aktüel Dergisi'nde çalıştığı dönemde yaşadıklarını Avrupa Yakası'nda anlatmıştı bizlere. Mesela kaç yıllık çalışanın bile bir odaya sahip olamaması, paragöz bir patron, birbirinden çatlak iş yeri çalışanları gibi... Bu dizide de oyunculuk yaptığı dönemlerde başından geçenleri ya da etrafından gördüklerini aktardığını düşünüyorum. Misal, oyunculuk yeteneği çok iyi olduğu halde değer göremeyen bir Ahmet, başrol oyuncusu ortadan kaybolduğu için rolü üstlenen Deniz, sırf yakışıklı olduğu için rolleri kapan Emir gibi... Burada da aslında Emir karakteriyle Adını Feriha Koydum'a gönderme yapılmıyor mu sanki? Yoksa ben mi paranoyak oldum.

Gülse Hanım'ı ben çok severim ama bir eleştiri de yapamadan geçemeyeceğim. Gülse Birsel içimizden birilerini yazıyor tamam ama sanki hep gelir düzeyi yüksek insanları anlatıyor. Bir Sütçüoğlu Ailesi, Cem'in ailesi, Avrupa Yakası çalışanları hepsi belli gelir düzeyinin insanlarıydı. Yine bu dizide de gelir düzeyi yüksek insanlardan bahsetmişler. Önüne geleni Nişantaşı'nda, Cihangir'de oturtmuyorlar bu ülkede. Benim tavsiyem Gülse Birsel'in azıcık daha halka inmesi... Gerçi ben kim olup da ona tavsiye veriyorsam...

Benim dizi hakkında nacizane düşüncelerim bunlar... Sizinkiler neler bakalım...

3 Mart 2012 Cumartesi

Üniversiteler Şehri Boston...

Birkaç sene evvel Work and Travel programıyla gittiğim Amerika'nın daha önce birkaç fotoğrafını paylaşmıştım. Bakmak için New York, Niagara Falls ve Toronto... Oraya kadar gitmişken aslında Japonlar misali her gördüğüm şeyin fotoğrafını çekmem gerekirmiş ama itiraf ediyorum daha çok kendi fotoğraflarımızı çekmişiz.

Work and Travel ne diye sorarsanız da şuradan benim neler düşündüğümü okuyabilirsiniz.


Çin Mahallesi...

Boston'a adım attığımızda ilk iş karnımızı doyurmak için Çin mahallesine gitmiştik. Her yerde Çince yazılar, Çin'e ait ürünler satan mağazalar, pazarlık yapanlar yığınla... Çinli garson ne istediğimizi sorduğunda bilmediğimiz garip garip şeyler yiyen etrafımızdaki insanları fark edip, sadece tavuklu makarna isteyebilmiştik. Ne olur ne olmaz hesabı...


Günü birlik kaldığımız hotel...

Odamız dört kişilikti. Ben, arkadaşım ve iki tane bizim gibi yabancı kızla kalmıştık. İnternet üzerinden birkaç gün önce rezervasyon yaptırdığınızda, hem uygun fiyata hem de garantili olarak kalacağınız yeri ayarlayabiliyorsunuz. O zamanki öğrenci koşulları ile bulunabilecek en iyi yerdi. Biraz merkeze uzaktı ama bir günlüğüne idare ettik.


Şehir merkezinden bir bina...

Amerika, bana göre tarihi olmayan bir ülke... Zaten Amerikalılar'da, Kızıldereliler'i öldürüp, onların yaşam alanlarına konan Avrupalılar'dan başkaları değil. O nedenle birkaç yüz yıllık binalarına bile çok özen gösteriyorlar. Zaten önemli olmayanları da yıkıp yerine daha gösterişlisini yapıyorlar.


Turistler ve yeni gelen öğrenciler için bulunan information centerın içi... Şehir ve Amerika'nın geneli hakkında broşürler, kitaplar, bir sürü resim vardı bu binada... Keşke İstanbul'a da böyle şeyler yapsalar...


Merkezden bir görüntü...

Boston'da metro hattı çok düzenli ve düzgün işliyor. Bir adres sormuştuk bize metroyla nasıl gideceğimizi tarif ettiler. Biz de atlayıp gitmiştik. Sonra o durakta inip biraz dolaştık ve adresi sorduğumuz yere geldiğimizi fark ettik. Meğerse sadece 2 durak uzaktaymış gideceğimiz yer... O zaman Amerikalılar hakkında tek düşündüğüm şey, bu adamların yürümekten hoşlanmadığı olmuştu. Hatta bir arkadaşımızın adres sorduğu bir polisin ilk sorduğu soru "Arabanız nerede?" olmuştu. Bunu ilk duyduğumda dumur olmuştum ama sonradan adamların yapısının farklı olduğunu anlamıştım.


Akşam üstü bu görüntüyü fırsat bilip arkadaşımla oturup keyfini çıkarmıştık. Bütün günün yorgunluğu ve uykusuzluğun getirdiği bezginlikle sanırım bir saat falan oturmuşuzdur. Üstteki caddeye çok yakındı burası. O nedenle gelecekte bir gün, bu şehirde yaşayabilir miyim acaba diye düşünmüştüm. Ama merkezde... Allah'ım inşallah ya... Bu resimleri bile buraya koyarken bile içim bir hoş oldu.

 

Masonlara ait bir bina...

Masonlar hakkında genel, herkesin bildiği şeylere sahibim. Bu resmi dinlenmek için oturduğumuz Starbucks'ın içinden çekmiştim. Nedense o binaya o gün pek bir anlam verememiştim. Ancak Amerika'da masonluk çok yaygınmış. Valla bu konuda bilgisi olanlar yazabilir. Ben kıt bilgimle bir şey söylemek istemiyorum.

Amerika'da Starbucks çok tutulan bir müessese değil. Tabi ki sevenleri vardır ama Tim Hortons falan daha çok seviliyor. İnşallah Türkiye'ye gelir bu marka. Yoksa Starbucks'a inat ben getireceğim. Amerika'da her adım başı kahve satan yerler olduğu ve isterseniz kahvenizi keyfinize göre hazırlamanızdan mıdır nedir, Starbucks Türkiye'deki gibi çok pohpohlanan bir mekan değil gibi geldi bana...

Bana New York mu yoksa, Boston mı diye sorarsanız kesinlikle Boston derim. Daha düzenli, daha temiz ve daha sakin bir şehir olduğu için sanırım. Herkesin gönlünde bir yer vardır.  Siz nerede yaşamak isterdiniz?

1 Mart 2012 Perşembe

İki Yeni Saç Bakım Ürünü: Uniq ONE ve Kitoko


Benim yapımı artık az çok anlamışsınızdır. Evi kullanmadığım makyaj malzemeleriyle doldurmaktan vazgeçtim. Onun yerine çok çabuk bitirdiğim cilt ve saç bakım ürünleri alıyorum. Çok sevdiğim bir MAC make-up artistin bir sözü vardı. "Cilt, tıpkı bir ressamın tuali gibidir. Ne kadar düzgünse resimde o kadar güzel görünür." Haklı valla... Ne diyeyim!

Saç spreyim bitince ve Oriflame'in şampuanından memnun kalmayınca yeni arayışlara girmiştim. Bu ürünler kuaförümün tavsiyesi... Özellikle bakım ürününü öve öve bitiremedi. Daha kullanmaya yeni başladım. Ayrıntılı yorumlarımı yaklaşık bir ay sonra yazabilirim.


İlk ürün bu saç spreyi ama sprey demek yanlış olur. Sadece ambalajı sprey şeklinde... Yapısı kremsi ve öyle bir kokusu var ki sırf kokusu için bile alınabilecek bir ürün bu... On etkili olduğu söyleniyor. Renk koruyucu, ısıya karşı koruma faktürü, nemlendirme bu özelliklerden birkaçı... Üzerinde Made in Spain ibaresi mevcut. Daha önce hiç İspanya'da üretilmiş bir ürün kullanmamıştım. Kullandıysam da dikkat etmemişim sanırım.

Bu ürünü alıp kullanmak isterseniz, muhtemelen dışarıdaki kozmetiklerde bulamazsınız. Kuaförünüzü sıkıştırmanız gerekiyor.


Kuaförde sürekli Kitoko'nun argan ve karite yağından oluşan saç bakım setini görüyordum. Benim argan yağım olduğu için almamıştım. Ancak şampuan olarak bir denemek istedim. Hacim veren şampuanı aldım. Malum saçlarım ince telli... Saç kremim ve maskem daha bitmediği için diğer ürünlerine el sürmedim çok şükür...

Sitesinde geçen ibare aynen şu; safsızlıkları ortadan kaldırmak ve hacim vermek için hurma, yeşil çay, fire tulip, Karite, A ve E vitaminleri NMF ve smectic clay içerir. Bundan başka farklı saç tiplerine yönelik şampuanları ve bakım ürünleri mevcut...

Arnızda bu ürünlerden kullanan var mı? Gerçi Uniq One daha yeni piyasaya çıkmış ama sormak istedim. Bu ara saçlarıma taktım kafayı... Yardım please...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...