29 Kasım 2015 Pazar

Natural Herbs Çay Ağacı & Keratin Şampuanı ve Saç Kremi





Nature Vital ürünleri, Türkiye'deyken sürekli kullandığım, memnun kaldığım ve favorim olan markalardandı. Amerika'ya gittiğim dönemde ara verdim mecburen. Sanırım orada satışları bulunmuyor. Ben bulunduğum iki yıl içinde ne marketlerde, ne de özel ürünler satan mağazalarda gördüm.

Bu markanın ürünlerini deneyip, beğenenler için benim deneyip memnun kaldığım ve kesinlikle tavsiye edeceğim bir markayı daha size tanıtmak istiyorum. Natural Herbs markası Prestige grubunun bir üyesi ve bu ürünlerde paraben ve boya gibi vücuda zararlı kimyasallar kullanılmıyor. Üstelik bir güzel yanı da bu ürünlerin tamamen "Made in Turkey" olması...

Saçlarımın dipleri yağlı, uçları kuru olduğu için ben şampuan olarak yağlı saçlara önerilen çay ağacı özlü olanını tercih ettim. Saç kremi olarak da zaten tek çeşit bulunuyor. Bu nedenle başka seçeneğim yoktu.

Gelelim benim yorumlarıma;


Natural Herbs Çay Ağacı & Keratin Şampuanı: Çay ağacı şampuanı tahmin ettiğim üzere saç diplerimdeki yağlanmayı dengeledi/azalttı. İçerisinde keratin bulunduğu için saçlarımın onarımında yardımcı oldu. Ben çok sık düzleştirici kullanan biriyim. Malum dalgalı saçlarım var. Bu nedenle bu şampuanın bana onarım konusunda ihtiyacıma karşılık verdiğini düşünüyorum.

Natural Herbs Saç Kremi: Saç kreminin kokusuna ise BA-YIL-DIM. Şeftali-kayısı arası çok güzel beni benden alan bir koksusu var ürünün. Saçlarımın çabuk çözülmesini ve kolay taranmasını sağladı. Elektriklenmeyi azalttı. Daha ne olsun...

Bu ürünleri nerelerde bulabilirsiniz?

İstnbul, Ümraniye T-Shop,

Ankara Berrak Parfümeri, Pino Parfümeri,

Natural Herbs grubu benim favori saç bakım ürünlerim arasına girdi. Tavsiye eder miyim? Kesinlikle bir şans vermelisiniz.

Bu markanın ürünlerini daha önce kullanan var mı aranızda? Nasıl buldunuz?




 

3 Ekim 2015 Cumartesi

Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler

 
 



Uzun zamandır sessizim. Ne yazmak geliyor içimden ne de bir şeyler paylaşmak...

Ülkemin hali gibiyim desem yeridir.

Türkiye'ye geldiğimden beri aldığım yegane soru "Neden döndün?" oldu. Hiçbir zaman ülkemden yana ümitsizliğe kapılmadım. Her zaman güvenim tamdı. Arada "Türkiye'de sorunlar hiç biter mi?" tarzında sıkıntılar görünmedi değil ama ülkemden başka yerde ömrümün sonuna kadar yaşamayı hiç düşünmedim. Ancak Amerika'ya gittiğim 3 sene önceki hali ile şu anda Türkiye'nin bulunduğu durumu neredeyse tanıyamıyorum. Gerçekten bu kadar mı yozlaşma olur bir yerde... Çok bunalıp, daraldığım zamanlarda bile "Buraya dönerken nelerin olabileceğini az çok tahmin ediyordun." şeklinde kendimi telkin ediyordum.

Bu sene tamamen aileme ve işime adadım kendimi. Amerika'da hem okuyup hem çalıştığım dönemde bile bu kadar yorulduğum bir zamanı hatırlamıyorum. İnsanın yapacak işleri, uğraşacak şeyleri olduğu zaman düşünmeye, üzülmeye bile fırsat bulamıyor. Bununla birlikte kimseden hiçbir şeyle ilgili ne bir beklentim oldu, ne de bir ilgim...

Kimsenin hayatı güllük gülistanlık değil. Benimki de öyle, işe başlayalı daha birkaç ay olmadan annem çok ağır bir ameliyat geçirdi. Sabah 7 de alındığı ameliyathaneden akşamın bir vakti odasına çıkarıldı. Haliyle devam eden süreçte epey bir zorlu oldu. Komplikasyonlar nedeni ile annem sol kolunu hala tam olarak kullanamıyor. Bu tip ameliyatlarda on kişiden birinde görülen bir durum. Uzun sürecek bir fizik tedavi ve yüksek moral desteği... Bir yandan işime alışma süreci bir yandan evin ve ailemin sorumluluğunu üstlenme durumu beni çok yordu ama bu durumu bile alnımın akıyla atlattıysan hiçbir şey beni korkutamaz, bunu anladım.



 
 

Bu değil ki hayatımda güzellikler olmuyor değil. Amerika'dan döndükten bir süre sonra iş aramalarım devam ettiyse de sonunda amacım olan uluslararası çalışan yabancı bir firmaya girebilmeyi başardım. Başta zorluk çeksem de -malum yeni bir ortam, bir çok konu ile aynı anda ilgilenme ve diğer çalışanlara alışma- kısa bir süre sonra ortama ben de ayak uydurdum

Tüm ekibin mühendislerden oluştuğu -haliyle hepsi erkek- yeri geldi mi -özellikle öğle yemeklerinde muhabbetin dibine vurulduğu- bir firmada çalışıyorum. Haliyle yeni mezun bir çömez ve karşı cins olmanın getirdiği avantajla el üstünde tutuluyorum resmen. Japon bir arkadaşımla konuştuğumda bana "Firmanın prensesi olmuşsun. " demişti. "Hı, evet! Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler..." :)

Bunun dışında iş hayatı -büyük bir firmadaysanız- alışılagelmişten biraz daha farklıymış. Bazen tıpkı beklediğim, bazen hiç beklemediğim, çoğu zaman şaşırdığım durumlarla karşılaşıyorum. Bunlardan biri de kimseyle paylaşmadıkları sıkıntıları ya da dertleri olan çalışma arkadaşlarımın bana gelip bunu paylaşmaları... Güvenilir biri olmak gerçekten çok güzel... İnsanlar sizi samimi buluyorlarsa daha da mutlu oluyorum. En azından ben böyleyim. Kimine göre aptallık, saflık ama bence insanlığını kaybetmiş dünyada sahip olunacak en güzel meziyet... İstifa kararı aldığımı söylediğimde ise içimi acıtan ekibimden ayrılacağım düşüncesi oldu.




Son olarak hayatımda ilk defa kalkıştığım ve daha önce neden yapmadım diye hayıflandığım bir şeyi paylaşmak istiyorum. Tek başıma kalkıp tatile gittim. Kimisi sıkılmadın mı dedi, kimisi bu ne cesaret? Bana göre hayatımdaki en güzel deneyimlerden biriydi. Geçirdiğim o huzurlu anlar, katıldığım eğlenceler, tanıştığım insanlar ve yaptığım sohbetler... Hepsi çok güzeldi...





Bir de manda kaymaklı lokum yediniz mi? Çok şey kaçırıyorsunuz. Eğer bir gün yolunuz Afyon tarafına düşerse bir lokumcuya uğrayıp mutlaka deneyin.

Size lokum tadında, tatlı mı tatlı günler ve geceler diliyorum.

 
 

7 Nisan 2015 Salı

Mobilyacı Kızı'nın Hediyesi

 
 
 




İlkokulda öğretmenlerimiz ailemizin bireylerine yönelik anket yapar, meslekleri sorarlardı, benim verdiğim cevap ise: babam mobilyacı idi... Hoca da düşünür düşünür en sonunda esnaf kısmına çizik atardı. Başka seçeneği yoktu ama içime sinmezdi bu hiç...

Mobilyayı çizer, tasarımı yapar. (Tasarımcı, İç mimar v.s.)
Model çıkarır. (Usta, marangoz )
Mobilyanın satışını yapar.(Tezgahtar, satış danışmanı)

Bu üçünü birden yaptığı için ve sadece ilk seçenek nedeniyle bir sanaatkar olduğundan sadece esnaf teriminin kullanılması beni rahatsız ediyordu daha o yaşta. Ben küçükken babam her sene bir kaç model çizer, bunları hazırlar ve başta İstanbul olmak üzere Türkiye'nin birçok şehrindeki mobilya mağazalarına gönderirlerdi. Bir modelden her ay her seriden en az 100 takım çıkartıldığını ve 20'den fazla elemanı olduğu halde ürün yetiştiremedikleri için kimi zaman atölyede sabahlamak zorunda kaldıkları günleri hatırladım. O zamanlar fabrikasyon ucuz, dandik ürünler, yurt dışından gelen mobilya markaları yoktu.

Babamlar gel zaman git zaman "Neden kendi markamızı yaratmıyoruz?" şeklinde kendi mağazalarını açmaya ve şubelik vermeye başladılar. Ürünlerin hepsi kendi modelleri olduğu için ilk yaptıkları iş tescil belgelerini almak olmuştu. Telif hakları nedeniyle birçok firma ile mahkemelik oldu o da ayrı mesele. Mobilyada çok fazla model çalma sıkıntısı yaşanıyor zira.







Benim hiçbir zaman mobilyaya ilgim olmadı. Babam da illa benim işimi yap diye beni zorlamadı. Öyle olunca ben kendi yoluma gittim. Ancak zaman zaman ilgilenmiş, modellere fikirler verdiğim olmuştur.

Babamların ürettiği ürünlerin hepsinin özel birer isimleri vardı. Döneme ve modelin uygunluğuna göre barkod ya da kod uygulamasından ziyade isim konarak ürünün bir ruhu olduğuna inanmak isteriz. Çünkü tüm yapım aşamasında büyük bir emek ve el işçiliği olduğundan çizen kişiden, yapan ustasına kadar hep bir el emeği, göz nuru söz konusu. Öyle olunca soğuk birer rakam yerine alıcısını da memnun edecek birer uygun isim bulma arayışımız oluyordu.

En son Amerika'ya gitmeden önce bir ürüne "Lotus" ismini vermiştim ve zamanında en çok satışı yapılan ürünlerden biri olmuştu.



 
 

 
Resimdeki şahıs benim Amerika'da edindiğim en samimi ve yakın arkadaşım Jane... Şimdi ne alaka diyeceksiniz. Nereden nereye atladım zira...
 
Amerika'da bir çok ülkeden arkadaşlarım oldu. Çok samimi olduğum, en yakın dostlarımdan bazılarını bulduğum LA'de benim tabirimle Baby Doll'um, Jane'nin yeri benim için ayrıydı. Dili, dini, ırkı benden çok farklı olsa da "Aynı dili konuşan değil, aynı duyguları paylaşan insanlar anlaşır." sözünün canlı kanıtıydı Jane benim için... Çünkü çocukluğu, aile yapısı, yaşadıkları bana çok benziyordu.
 
Beraber yaptığımız road tripte bana gözü gibi bakması, evine misafir olduğumda sırf ben seviyorum diye sabahın köründe bana ekmekler yapması -malum Çinliler'in menülerinde ekmek yok- hastaneye kaldırıldığımda sırf üzülmesin diye sakladığımı öğrenince deliye dönmesi, nenesi öldüğünde vize sorunu nedeniyle Çin'e gidemediğinde evime yaptığı ziyaretler...
 
Uzun zamandır Jane'ime hediye bir şeyler göndermek istiyordum. Çok sevdiği Türk kahvesi gibi... Ancak her seferinde bir bahane buluyor -Çin postasına güvenmiyorum, bu ara iş nedeniyle taşınıyorum gibi -  bana adresini göndermiyordu. Asıl sebep ise basitti. "Sen o parayı biriktir.. En kısa zamanda Çin'e gel Zeliha... " Ancak içime sinmiyordu. Ben de Zeliha isem bir yolunu bulup onun için bir şeyler yapmalıydım.
 
 
 
 
 
 




Jane'im bir süredir iş nedeniyle Çin'in sıcak şehirlerinden biri olan Sanya'da... Ilıman iklimi ve okyanusa kıyısı olmasından dolayı Los Angeles'taki gibi sıcak hava hakim o şehre... Beni davet etmesine rağmen hem işlerim nedeniyle, hem de finansal olarak zorlanacağım için gidemedim. Ne zaman konuşsak her seferinde bana "Bu şehir bana Los Angeles'ı ve seninle geçirdiğimiz günleri hatırlatıyor." diyordu.

Yaklaşık iki ay önce babamlar yeni ürünlerini yavaş yavaş piyasaya sürmeye başladılar. Dört gözle ürünlerin gelme tarihini bekliyordum. Üstelik kendime de bir kitaplık istiyordum. Üstteki ürünlerin isim vermek için bana sordular. Benim de aklıma direk Jane geldi. Kaldığı şehrin ismi ürüne çok uygundu ve ürün tamamen ahşap olduğu için bana Uzak Doğu'yu hatırlatıyordu.

İsim annesine de en kısa zamanda haber verip ürünlerin resimlerini gönderdim. Bizimki sevinçten dört köşe... Her yerde gidip bunu anlatıyormuş. Onunla dalga geçtiğim zamanları hatırladım.

"Evlendiğin zaman mobilyaları sana Türkiye'den göndereceğim. Sizin ürünler çok dandik oluyor be... " ^O^ 

Gerçekten de öyleler ama...

Eh, Mobilyacı Kızı'nın Hediyesi de ancak bu olur.

Baby Doll'um inşallah o ürünleri kendi gözlerinle görme imkanın da olacak...

Allah herkese böyle içten, samimi, çıkarsız dostluklar nasip etsin...

Hepinize iyi haftalar...




 

15 Mart 2015 Pazar

Kitap Yurdu Alışverişim


 
 



Söz konusu kitap alışverişlerimse birbirinden alakasız konulardaki yapıtlarla sepetimi doldurmam da üzerime yok. Bu alışverişim de onlara sadece bir örnek...

Kitap Yurdu'ndan birkaç kez alışveriş yapmıştım. Özellikle sahaflarda bulamadığım kitaplara, D&R, Nezih gibi kitapçılara büyük paralar verip almaktansa buradan sipariş verip hem indirimli sahip olup, hem de kapıma kadar gelmesini bekliyordum. Oh mis!

Bu arada Kitap Yurdu eskiden kitapları baloncuklu poşetlere sarıp gönderirdi, paketleme şekillerini değiştirmişler. Artık kitaplar için özel olan kalın kapaklı karton paketlere sarıp gönderiyorlar.

Gelelim aldıklarıma;

1984, George Orwell
Ateş Canına Yapışsın, Sezgin Kaymaz
Hayyam ve Rubaileri, Abdülbaki Gölpınarlı
Rüyanın Öte Yakası, Ursula K. Le Guin

1984 ve Rüyanın Öte Yakası distopik dalında kitaplar ve kendi dallarında birer kült olarak anılıyorlar.

Hayyam ve Rubaileri'ni zaten duymayan yoktur. İlginç bir okuma deneyimi olacak benim için.

İçlerinde konusu en ilginç olan ise elbette ki Ateş Canına Yapışsın. Ademoğulları'nı kandırmaya çalışan bir Şeytan değil de, cennette Şeytan'ı yoldan çıkarmaya çalışan insanı düşünün. Bize göre çok garip gelse de Sezgin Kaymaz kitaplarının konusuna aşina olduğum için şaşırmadım doğrusu...

Kitapları okudukça burada yorumlayacağım. Birbirinden bu kadar alakasız kitabı arka arkaya okumak ilginç bir deneyim olacak ama yapmadığım iş değil...

Hepinize iyi pazarlar...




 

8 Mart 2015 Pazar

Fahrenheit 451 ve Animal Farm

 
 



Oldum olası zorlama okutulan kitaplardan nefret etmişimdir. Bunlar da Los Angeles'a geldiğimde okumak zorunda olduğum ilk iki kitaptı. İki kitabın ana konusu da aynı aslında... Toplumun yöneticilerden değil, yönetenlerin toplumdan korkması gerektiğini savunan iki eser var karşımızda... Şu son günlerde yaşananlara ne kadar güzel birer örnek olduklarını söylemem gerekiyor.

Ben iki kitabı da edebi özelliklerine bakmazsak oldukça beğenmiştim. Malum bu kitapları İngilizce okudum ve benim gibi Türkçe okuduğu kitaplardan daha fazla zevk alan birisi iseniz açıkçası kendi dilimizde okumanızı tavsiye ederim. Öyle betimleme, tasvir gibi olaylar pek yok bu kitaplarda. Tam tersine ne kadar basit ve yalın bir anlatımı olduğunu okuyunca anlıyorsunuz.

Gelelim Fahrenheit 451'e... Kitapta, belirsiz bir zamanda kitaplara savaş açan ütopik bir dünyadan  bahsediliyor. Bizim itfaiyeci olarak bildiğimiz alev savaşçılarının görevi değişmiş ve yeni görevleri kitapları yok etmek olmuş. İnsanlar sadece evlerindeki televizyonlar ve resimli dergilerle eğlenebiliyorlar. Bu karmaşanın içinde Montag adlı bir itfaiyecinin tanıştığı küçük bir kızla nasıl kendini ve yaşadığı dünyayı sorgulamaya başladığını sonuçta aranan bir suçluya dönüştüğünü görüyoruz.

Kitabın isminin anlamı da kağıdın yanma sıcaklığı olan Fahrenheit 451'den geliyor. Bence çok yakışmış...





Fahrenheit 451 (1966)
 
Kitabın 1966 yılına ait bir de filmi var. Tabi filmde kitaptan farklı bir yol çizilmiş. Ben şahsen kitabı daha çok beğenmiştim.





Equilibrium (2002)

Christian Bale hayranları kesin bilirler bu filmi. Yine ütopik bir dünyada duyguları köreltilmiş insanlar, yakılan sanat eserleri, kitaplar, tarihi değerler... Filmde Fahrenheit 451'in dünyası temel alınmış ve daha kapsamlı şekilde anlatılmış. .



 
 
 
George Orwell'in bu kitabında komünist sisteme geçiş yapan Sovyetler Birliği'ne gönderme yapılmış aslında. Kitapta insan sahiplerinin baskılarından bıkan çiftlik hayvanları ayaklanır ve sahiplerini çiftlikten kovar. Sonra da tüm hayvanların eşit olduğuna dair bir bildiri yayınlayıp, kendi yönetimlerini kurarlar. Ancak zamanla içlerinden bazı hayvanlar diğerlerine egemenlik kurup, onların üzerinden rahat yaşamaya başlarlar. Kitabın ünlü sözü:
 
"Bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar diğerlerinden daha eşittir... "
 
Günümüz Türkiye'sine ne kadar benziyor değil mi?

 
 
 
 



Animal Farm'ın çizgi film versiyonu var, hatta bir dönem bizim televizyonlarda da yayınlanmıştı. Ben beğendim açıkçası... Çizgi film ve animasyon seviyorsanız tavsiye ederim.

Bu kitapların ikisini de tavsiye ediyorum. Belki Türkçe çevirisi daha güzeldir.
 

3 Mart 2015 Salı

Baby-Faced Beauty: 30 Yaşını Aşmak Suç Mudur?

 
 
 



Kore dizilerine verdiğim araya Baby-Faced Beauty ile son vermiş bulunuyorum. Kore dizilerinde zaten artık hep komedi-dram ikilisi arasında gidip geliyoruz. Bu dizi de onlardan sadece biri...

Ben bu diziyi özellikle iş arayışı içinde olanlara öneriyorum. Çünkü Türkiye gibi Kore'de de işe eleman alırken saçma sapan kriterler sunuluyor. 30 yaşını aşmamış, bayan, fiziksel özellikleri düzgün v.s. gibi... Sıkıysa Amerika'da böyle bir şey yapsınlar... Ayrımcılık suçundan firmanın ne kadar para cezası ödeyeceğini varın siz düşünün.  

Baby-Faced Beauty 2011 yılına ait bir dizi ve 16 bölümden oluşuyor. Klasik bir aşk üçlüsü var dizide. Tabi zamanla o aşk üçlüsü değişiyor ve yerini başka elemanlara bırakıyor.



 
 
 
Esas kızımız... Aslında 30 küsur yaşında ama yaşını gizleyerek iş başvurusu yapıyor. Ancak işinde çok iyi ve bir anda yükseliveriyor.
 

 
 
 
Patron... Biraz soğuk bir tip ve berbat bir saç kesimi var. 15'lik delikanlılara yakışıyor ama sana pek gitmemiş bu model be patroncum.
 
 




Genel olarak Kore yapımlarında -Coffee Prince ve Protect The Boss gibi bazı diziler hariç- hemen hemen izlediğim her dizide tırnaklarını çıkarmış, cadı tipli kadın karakterimiz vardır. Bu dizide de var. Yapımın komedi yanına gölge düşüren, izleyeni sinirlendirip, dizinin bir an evvel bitmesini istediğimiz bu kadın karakter. İşte bu da o...




Esas oğlan... Esas kızla uğraştığı sahneler çok tatlı lan...  "Ben senden büyüğüm. Bana abi demelisin." dediği yerlere kopmuştum.






Her Kore dizisinde artık görmekten bıktığım tek sahne... Sarhoş kızı evine taşıyan esas oğlan... Allah muhafaza sarhoş olsam, bir erkek tarafından taşınmak istediğim son hal bile bu değildir. Ne kadar iğrenç bir görüntü yav... Hiç romantik değil...

Tavsiye eder miyim? İlerleyen bölümlerde kötü kadın ve esas kızımızın rekabeti kabak tadı verse de bence bir şans vermelisiniz. Ben eğlenerek izledim zira...


26 Şubat 2015 Perşembe

Kolay mı, Zor mu?

 
 

 
 

"Zeliha, neden hiç bizi aramıyor?"
"Neden bize hiç gelmiyorsun Zeliha?"
"Neden bizimle görüşmüyorsun?"

Genel olarak hep duyduğum ama özellikle Amerika'dan döndükten sonra daha sık karşılaştığım sorular bunlar. 

İnsanlar sizi eskisi gibi kullanamadıklarında sizi suçlarlar, arkasına sığındıkları gerekçe ise basittir.

"Sen değiştin."

Değişen bir şey yoktur aslında. Sen yine her zaman ki sensindir. Farklı olan karşındakini daha iyi tanımandır o kadar...

"Seninle görüşmek istemiyorum."
"Sohbetin tat vermiyor."
"Hakaretlerinden rahatsız oluyorum. "
"Senin yanında sıkılıyorum."
"Karşındaki insana saygın yok."

Liste böyle uzar gider.

Eğer bu tarz insanlarla sırf aile bağım yüzünden ya da iyi niyetimden görüşüyorsam ya da görüşmek zorunda kalıyorsam da bu sonsuza dek sürecek anlamına gelmiyor.

"Görüşmek istememek..."

İnsanların bunu anlaması bu kadar zor mu? Ben bir insanın yeri geldiğinde tek bakışından benden hoşlanıp hoşlanmadığını anlayabiliyorum da senelerdir tanıdığım insanların kör olması ne kadar acınası...

Yapım gereği fazlasıyla temkinli olsam da, tanıdığım her insanı hayatıma buyur etme, bir süreliğine tanıyıp, gönül evimde  ağırlama gibi bir huyum var. Bu nedenle olur olmadık mekanlardan, zamanlardan, ortamlardan tanıştığım, ahbap olduğum, arkadaşlık ettiğim hatta can yoldaşı dediğim insanlar çoktur.

"Nereden tanıştınız?"
"Kuaförde, ofiste, internetten v.s..."
"İnanmıyorum!!!"

Madalyonun bir de öbür yüzü var elbet.. Açıkçası bu nedenle sömürülmeye açık bir yapım var... Özellikle de her şeyin çıkar ilişkilerine dönüştüğü günümüzde... Çünkü iyi niyetinizin adı bir süre sonra enayilik oluyor. Saflığınız, salaklık olarak yorumlanıyor. Herkesi kendiniz gibi bilmekten kaynaklı bir durum bu...

Çıkarcılar... Belli bir eğitim seviyesine, çevreye, ekonomik özgürlüğe sahip olduğunuz anda kapınızda biten tipler... Herhangi bir zaman diliminde, herhangi bir ortamda elbette günün birinde senin işine yarayacağını düşünen insanlar...

Sevgilici tayfası... Yalnız kalınca ilk aradığı kişi sen olanlar... Görüşme aralığını bilerek azaltınca bir sorun mu var, neden uzak duruyorsuncular...

Gözü aç olanlar... Her şeyinizi paylaştığınızın halde size gelen iki parça hediye de bile gözü olanlar... Kıskançlık krizine girenler...

Karakteri oturmamışlar... Hiç alakanız olmadığı halde sırf hoşlandığı çocuk size asıldı diye size karşı tavır alanlar. Sen kuyruk sallamazsan adam niye peşinden gelsinciler...

Seni rahatsız eden hareketlerine, davranışlarına rağmen sabrettiğin ancak bir süre sonra dayanamayıp kibarca rahatsızlığını belirttiğinde her seferinde "Haklısın!" cevabını verenler... Bu cevabı duyunca rahatlamam mı gerekiyor acaba?

Haklısın cevabını duymak için ölüp bitenler var bu dünyada. Çok şükür onlardan biri olmadığımı biliyorum. Keşke haksız çıksaydım da "O, bunu yapmamış olsaydı..." diye içimden çok geçirmişliğim olmuştur.... Haklısın demeyi bırakıp bir dostu olarak kendine çeki düzen vermesini beklediklerim...

Bir de en fazla uzak durduğum grup; yalancılar... Gönül kapısını bir kez suraatına çarptıktan sonra o kapıdan bir daha asla giremeyecek olanlar... Sonsuz kez fırsatı olduğu halde, aşağılık davranışları devam ettiren ve artık hiçbir şekilde affımın olmadıkları...

Herkesin hayatından uzak olması gereken şahıslar...

Bir de ne olursa olsun "Yeter ki sen iste..." diyenler... Yüzünüzün düştüğünü görse dibinizde bitecek olan... İyi niyetinden şüphe etmediğiniz, konuşurken, eğlenirken, bir şeyleri paylaşırken asla düşünmediğiniz...Sizi el üstünde, kalbin en derininde saklayacak olan insanlar...

2 günlük şehir dışı seyahatinde bile 5 dakikacık bile olsa yüzünü görmek, tek bir kez sarılmak için kilometrelerce gitmeye razı olduğunuz melekler... Ya istemeden de olsa canını sıkacak, kalbini hüzünlendirecek bir şey söylediysem ya da yaptıysam diye kendinizi yiyip bitirdiğiniz... Aranıza ülkeler, dahası kıtalar koyup, uğruna isterse okyanusları aşacağınız kişiler... İki eliniz kanda olsa koşup gideceğiniz gerçek dostlar...

Hayatımdan gelip geçen herkesin Allah yolunu açık etsin. Buyur ettiysem de, elveda dediysem de iyi kötü katkısı var herkesin bu yaşamda...

İlla ki...

Öyle ya da böyle...



 

24 Şubat 2015 Salı

Eyüp Sabri Tuncer Alışverişim {EST}




http://shop.eyupsabrituncer.com/




Siteye girmek için resme tıklayın!!!

Küçüklüğümden beri en sevdiğim kolonyalara sahip markaydı Eyüp Sabri... Piyasada farklı markalara ait birçok ürün var ama bu markanın yerini tutmadı bana göre... Bir de en büyük fanı olan anneciğime göre... Eh, firmanın profesyonel bir sitesi olduğunu öğrenince hemen ışınlanıp birkaç parça ürün aldım.

Eyüp Sabri, markasının ürün yelpazesini oldukça geliştirmiş. Ev tekstilinden, vücut losyonlarına ve banyo ürünlerine kadar çok farklı ürünlere sahipler. Siteden incelediğim kadarıyla ambalajları ve renkleri çok kaliteli görünüyorlar. Resmen bayıldım.

Aslında almak istediklerim kolonyadan ibaretti ama siteye girdiğim zaman banyo ürünlerindeki indirimler yüzünden kendimi kaybettim. Kolonya olarak sadece tütünü tercih ederken masaj barlar, banyo köpükleri ve blaster denen ürünlerle doldurdum sepetimi.

Neler almışım bakalım...



 


Chocolate Heaven Bath Blaster
Flowers Bath Blaster
Love Apple Bath Blaster

Küveti doldurup bu ürünleri içine atıyorsunuz. Esansiyel yağlarla banyo keyfini zirveye çıkartıyormuş. Bakalım deneyip göreceğiz.
 
 

 
 
Bauble Bath Creamer
Glam Rock Bath Creamer
Pink Belt Meltz
Violet Bath Mallow

Küveti doldurup bu ürünleri içine atıyorsunuz. İçlerinde shea butter ve kakao yağı bulunuyor. Cildinizi nemlendiriyor.
 
 

 


Butter Me Baby Massage Bar
Pod People Massage Bar

Bunları avucunuzun içinde eritip, cildinize sürerek nemlendiriyorsunuz. Çok güzel kokuyorlar...
 




Tütün Kolonyası 500 ml
Choc Around The Clock Bath Brulee
Firma tarafından gönderilen losyon ve sıvı sabun testerları

Bath brulee klasik banyo köpüğü... 4 kez kullanılabiliyormuş. Bir çikolata fanı olarak denemek için sabırsızlanıyorum.


Pazar günü verdiğim siparişim, pazartesi kargoya verilmiş, salı sabahı paketim teslim edilmişti. Ürünlerimi baloncuklu poşete sarıp, kutuya koymuşlar. Ancak buna rağmen banyo köpüklerimin hepsi bir arada paketlendiği için ürünümün biri kırılmış. Mail atıp bildirdiğim müşteri hizmetleri yaklaşık 10 dakika sonra beni arayarak şaşırttı. Bu kadar çabuk geri dönüş yapmalarını beklemiyordum. Sorunumu bildirdim ve eğer isterlerse gelen paketin resmini de gönderebileceğimi söyledim.

Geri dönüş olarak benden tam not aldılar ki Türkiye çapında bunu yapan firma sayısı üçü beşi geçmez. Umarım geri dönüşleri kadar ürünlerinden de memnun kalırım ve Eyüp Sabri'den tekrar tekrar alışveriş yaparım. Gerçi banyo ürünlerinin paketi açarken bile elime sinen kokusunu çok sevdim. Bir de o pasta görünümleri yok mu? Beni benden aldı. Umarım performansları da en az bu kadar etkilidir. Her zaman dediğim gibi yerli markalardan böyle çalışmalar gördükçe sevinmemek elde değil.

EST'den ürün alan var mı peki? Tavsiyelerinizi bekleriz... :)


 

20 Şubat 2015 Cuma

Ebay ve Sasa.com Alışverişim

 
 



Son zamanlarda yazacak şey pek bulamıyorum. İçimden gelmiyor bir türlü... Ben de bunu paylaşayım dedim. Şu aralar kitaplar, kozmetikler, online alışverişlerle oyalıyorum kendimi. Olaylar, olanlar, özelikle de ülkede yaşananlar hakkında düşünmemeye, her yaşanan olayda örselenmemeye çalışıyorum. Her zaman bir kişi bir kişidir desem de, ne yazık ki bazen ne kadar uğraşsanız da sadece sizinle değişmeyen, değiştiremediğiniz şeyler var. Lanet olsun var, ne yazık ki...

Belki de bir milyonuncu kez alışveriş için kullandığım siteler; Ebay ve Sasa.com... Yaklaşık 2 ay önce yaptığım bir alışveriş...

Türkiye'nin gümrük yasağı nedeniyle ne yazık ki Ebay'deki birçok satıcı ülkemize ürün göndermiyor. Gönderenler de minicik bir paket için 24 dolar gibi uçuk fiyatlar istiyorlar. LA'deyken kargosuyla birlikte 10 dolar ödediğim bir saç spreyinin bile burada 65 TL olduğunu öğrenince bir kez daha lanet ettim bu yasaya... Bir-iki paket alıp eğleniyoruz, o paketleri beklerken heyecanlanıyoruz. Ne var sanki onu da çok görürsünüz bize... Gerçi keşke tek derdimiz bu olsa bu ülkede...







Hal böyle olunca Amerika'daki arkadaşlarımın ya da gidip gelenlerin çetelesini tutmaya başladım. New York'a giden bir arkadaşımın adresini verip üstteki ürünlere kavuştum. Üstelik çok uygun fiyatlara... Gelelim aldıklarıma;

NARS İkili Göz Farı Grand Palais
MAC MSF Adored
MAC Allık Margin
MAC Allık Immortal Flower
MAC Allık Tenderling
MAC Cremesheen Ruj Speed Deal
Narciso Rodriguez for Her EDT (Bayıldım bu kokuya... Geldiğinden beri tek sıktığım parfüm bu... Neden daha önce almamışım?)

Bu arada Ebay'den sipariş ettiğim bir kozmetik ürünü de gümrükten geçip elime ulaştı. Paketlerin üzerinde kozmetik yazmamasına dikkat edin. En önemli nokta bu...


 
 
 
 
Bu da Sasa.com'dan alışverişim... Eğer Uzak Doğu kozmetiği seviyorsanız Sasa'yı tek geçerm. Başka siteler de var ama Sasa'daki çeşitliliği yakalayamıyorlar.
 
Vitacreme B12 Regerative Cream 
My Beeauty Diary Black Pearl Mask
My Beauty Diary Imperial Bird's Nest Mask
My Beauty Diary Dark Circles İntensive Care Eye Mask
 
My Beauty Diary maskelerle Çinli arkadaşım sayesinde tanışmıştım. Tayvan'da üretiliyorlar ve Çin'de çok yaygın kullanılıyorlar. Yorumlarımı detaylı olarak yazacağım. Göz maskeleri de yine My Beauty Diary'den, çok fazla indirim vardı, denemek amacıyla aldım. Umarım işe yarar.
 
Bunlarla birlikte bir süreliğine kozmetik alışverişi yok bana... Bunlarla bir süre oyalanırım artık...
 
Hepinize keyifli hafta sonları...
 
 
 
 

10 Şubat 2015 Salı

Peri Kutusu: Bean Pole, Dogo, Hayao Miyazaki, Çin Vs...





Bu ara birbirinden sevimli, şeker mi şeker şeylere meylim var. Ha bir de çok uzak diyarlara gitmeye...

Bean Pole'un bu resimli çantasından ve Dogo'nun özel üretim New York, Paris, İstanbul temalı babetlerinden birer tane sahip olmaya...

Bir Hayao Miyazaki fanı olarak birbirinden sevimli anime oyuncaklar, müzik kutuları ve peluşlar alıp kendime özel, evimde küçük bir köşe hazırlamak... Totoro, Yüzsüz, Mononoke ve daha niceleri... Baksanıza şunların sevimliliğine...

Kore mutfağıyla daha da sıkı fıkı olmaya başladım. Bunun için de böyle Kore tarzı tencereler, çubuklar, kaseler toparlamaya başladım bile... Japon ve Çin tarzı da kabulüm. Üçünü de çok seviyorum ne de olsa...

Başta Baby Doll'u görmeyi amaç edindiğim Çin'e ya da Koreli çingumun ısrarlarıyla bir Uzak Doğu yapıp ülkeye geri dönmeye... Belki de beraber bir Avrupa yapmaya... Kim bilir?

Clarisonic Mia 2 ne zamandır gözümde... Pembiş pembiş ne de güzel çıkarmışlar bu rengi... Mavisi, yeşili, moru ne rengi ararsanız var.


 

7 Şubat 2015 Cumartesi

Uluslararası İlişkiler X ~ İstanbul Vs. Los Angeles


 
 
 

Geldiğimden beri aldığım en popüler soru: Türkiye mi daha güzel, Amerika mı?

Benim net cevabım her zaman şuydu: Burası daha güzel ama orası çok daha düzenli... Ülkemi sevmesem kalma ihtimalim olan Amerika'dan dönmezdim.

Başlamadan söyleyeyim bu yazı genel bir yazı değildir. Sadece kendi görüşlerim var. "Sen ülkemizi kötülüyorsun. Allah belanı versin. Madem bu kadar kötü bu ülke, o zaman defol git. " tarzında yorum yapacak angutlara tavsiyem siz de bu blogdan defolup gidin. Kimse okumak zorunda değil bu yazılanları. Bir de ben çuvaldızı kendine batır düşüncesindeyim.. Biz kendimizi düzeltmeden hiç bir yere gelemeyeceğimizi düşünüyorum.

Bana kalsa İstanbul dünyanın en güzel şehirlerinden biri... Gerçek anlamda öyle... Hem tarihi hem de gelişme açısı bakımından... Ancak ne yazık ki biz bu güzel şehre hiç de iyi davranmamışız. Sokaklarında yürürken bile bu gözüme öyle çarpıyor ki üzülmüyor değilim. Zamanında Beyoğlu'na adamlar kravatsız, gömleksiz çıkmazmış. Kabalık olmasın diye bir bayanın yüzüne asla direk bakmazlarmış. Konuşurken bile küçük bir yanlış anlaşılma yaşamaktan ödleri koparmış. Bu anlattığım belki çok eski zamanlardan kalma. (Evet, biraz eski kafalıyım ve o günleri yaşayamadığım için çok üzülüyorum.) Ancak nasıl olmuş da samimiyeti ve doğallığı ile ünlü Türk insanı bu hale gelebilmiş. Aklım almak istemiyor.






Trafik!

İki şehirde de trafik berbattır. İstanbul'un trafiği malumunuz. Şehir planlaması olmayan, park alanı bulunmayan tek şeritli yollar yapılmış 15 milyonluk bir şehir... Bir de metro ağı bile düzensizse varın işin içinden siz çıkın. Bir yakadan diğerine geçmek 3 saatinizi alabilir.

Hele ki sürücüler... Hiçbiri kendinde hata bulmaz. Zaten kural falan hak getire... Yok öyle bir şey... Kaldırımda yaya olarak yürümek bile suç olur. Bir bakarsınız bir taksi ya da dolmuş üzerinize doğru geliyordur. Bir de sanki bu normalmiş gibi davranırlar.

Peki Los Angeles...Los Angeles'ta yaşayan herkes kesintisiz trafikten şikayet eder. Neredeyse herkesin -öğrenci, anne, baba- herkesin arabaları vardır. Her aileye en az iki üç araba düşer. Çünkü Kaliforniya eyaleti araba almaya teşvik için vergileri çok düşük tutar. Yedi- sekiz şeritli otobanlara rağmen yolların tıkanıklığından, hele ki iki damla yağmur düşsün otobanların bile nasıl eziyete dönüştüğünden bahsederler.

Nitekim şehirde yollar geniştir, her yerde park alanları vardır. Kurallara harfiyen uyulur. Karşıdan karşıya geçerken trafik ışıkları yokken bile tüm arabalar durur ve size yol verirler. Bir araç kırmızı ışıkta size çarpsa bile hata yayanın değil sürücünündür.







Toplu Taşıma

İstanbul'da toplu taşıma her zaman sıkıntı. Trafik toptan sıkıntı ya zaten... Dünyanın tüm metropollerine bakın, çok gelişmiş bir metro ağları ve toplu taşıma sistemleri vardır. Bir de güzel İstanbul'umuza bakın. Ne yazık ki şehre ne yapılırsa yapılsın hiçbir şekilde çözüm bulunamıyor. Otobüs, minibüs, metro, metrobüs, havaray hiçbiri bu soruna bir çözüm bulamadı ne yazık ki... İstanbul'da Los Angeles'a göre toplu taşıma daha iyi gibi ama o berbat, tek şeritli dar yollar, her yere gelişigüzel park edilmiş arabalar nedeniyle yarım saatlik yere 1,5 saatte ancak varırsınız.

Dahası o kalabalık, balık istifi olmuş otobüsleri ve dolmuşları saymıyorum bile. Metrobüs deseniz havasız insan aracı mübarek... Ulaşım ayrı sorun, ulaşım araçlarında hayatta kalmak ayrı sorun. Toplu taşıma araçlarını kullanan arkadaşlarım bu sağlıksız koşullar nedeniyle sürekli ya grip, ya da soğuk algınlığı almış durumda. Yaşlılara, hastalara yer vermek gibi bir şey zaten yok. Paşa paşa gideceğin yere kadar ayakta zar zor durmaya çalışırsınız. En kötüsü ise birkaç ay önce kontrolsüz araçlarda insan hayatlarına mal olan yangınlar, arızalar var ki ne kadar rezil bir durumda olduğumuz ortada... Ayrıca birinin kolu, bacağı kapıya mı sıkıştı kimsenin umurunda olmaz. Hatta sorun çıkacak gibi olursa önce şoför, sonra da otobüsün durmasından şikayetçi yolcular bağırıp çağırmaya başlarlar. İnsan hayatının önemi yoktur.

Los Angeles'ta toplu taşıma diye bir şey yoktur. Vardır gibi görünür ama araban yoksa işin de zor. Çünkü çok geniş bir alana yerleşen şehirde metro ağı zaten yok  Her yöne giden otobüsler mevcut ama 1.5 saatte gideceğiniz yere ancak varırsınız. Arabanız yoksa bir hiçsiniz.

Ancak otobüsler sakindir. İnsan gibi, gerçekten insan gibi seyahat edersiniz. Ayakta seyahat ettiğim bile bir elin parmaklarını geçmez. Ayrıca engelli insanlara gerçekten değer verilir. Araca herkesten önce ilk onlar biner ve emniyetli şekilde oturtturulurlar. Daha sonra diğer yolcular otobüse alınır. Şoför engelli birey güvenli şekilde araca binene kadar asla yola koyulmaz.  Dahası ufak bir kaza oldu diyelim ya da bir yolcunun kolu kapıya sıkıştı. Hemen rapor tutulur. Şoför aracı durdurup hemen yolcu ile ilgilenir ve onu her ihtimale karşı hastaneye yönlendirir. Bunun gibi küçük bir sorun yaşandı diye bir yarım saat hiç hareket etmediğimizi bilirim.

 




Restoranlar

Los Angeles'ta her yerde istediğiniz mutfağın yemeğini bulmanız mümkündür. Malum bir çok milletten göç almış bir şehirden bahsediyoruz. Çin, Kore, Türk, Yunan, Japon ne ararsanız bulursunuz. Ancak genelde restoranlar her zaman çok kalabalıktır. Hele ki hafta sonları ve akşam saatleri ise yer bulamazsanız. Rezervasyonunuz yoksa 2 saat beklediğiniz olur. Evde yemek yeme anlayışları pek yoktur.

Hadi restorana gittiniz diyelim. Öyle rasgele istediğiniz yere pat diye yayılıp oturamazsınız. Kapıda sizi karşılayan görevli kaç kişi olduğunuza göre sizi belirli masaya götürür. Bir de bahşiş zorunludur ne yazık ki... Gelen her hesaba en az %10 bahşiş ücreti eklenir. Garsonun ilgili, güler yüzlü olması falan önemli değildir. Siz o bahşişi ödersiniz. Arkadaşım bahşiş ödemediği için arkasından gelip bahşiş zorunlu diyen garsonlar gördüm ben.

İstanbul'da yemek çeşitliliği boldur. Dünya mutfağı geniştir ancak yöresel yemekler yapan restoranların sayısı 2-3'ü geçmez. Yeni bir şeyler denemek için şehrin diğer ucuna gitmeniz gerektiği aklınıza gelince biraz canınız sıkılabilir. Bahşiş ise canınızın istediği kadar verirsiniz. Hiçbir şekilde zorunluluk yoktur. Kuruçeşme'de çok lüks bir yer değilse elbette... Gidip istediğin yere oturma lüksünü ise çok seviyorum. Oh bütün restoran senin gibi davranırsın.






İnsanlar

Los Angeles'ta insanlar kibardır, inanmayacaksınız ama gerçekten öyledir. Alışveriş merkezleri ya da iş, okul için gittiğiniz mekanları kast etmiyorum, bu mekanlarda mecburen iş politikası gösterilen ilginin sınırı yoktur. Ancak normalde de bu böyledir. İnsanlar kapınızı açar, siz geçersiniz, bu sefer siz kapıyı tutarsınız onlar geçsin diye ama adam sizi bekler, siz onu... Dahası bankta otururken hayatınızda hiç görmediğiniz adamın teki gelir "İyi günler!" diler. Kırmızı ışıkta beklerken tekerlekli sandalyeli bir adam "Çok güzelsiniz." diye iltifat eder.

İstanbul'da değil böyle bir kibarlığı normal bir insani davranışı bile göremedim. Sen otobüsten, metrodan daha inmeden üstüne çullanır gibi araca binmeye çalışanlar, ben inmeden nasıl bneceksin be... Yolda yürürken önüne bakmayıp sana çarptığı halde suç kendinde olduğu durumda bile öküz gibi suratına bakanlar... Zannedersem senin özür dilemeni bekliyordur. Be hayvanat bir öküzlük yapıyorsun en azında afedersiniz demeyi bil... Bir büfeye yol sorarsın kaba bir şekilde bilmiyorum ben deyip başından savar sizi.

Daha mı? Komşun müsait misin, değil misin demeden evine dalış yapar. Bu nedenle kaç kişiyi uyardığım oldu. Banko sırasında ya da restoran kasasının önünde sipariş vermek için beklerken, arkadan 5-6 kişi sanki itekleyince daha çabuk ilerliyormuş gibi arkadan üstüne yığılır. Resmen çullanır hatta... Bu nedenle de çok tartışmalarım oldu ya neyse... Otobüste teyze, amcaya yer verirsin bu senin bir nevi görevin gibidir ama amca-teyze teşekkür bile etmeden pat diye yayılır kalktığın yere... Sen de mi teyze-amca derken bulursun kendini.. Bu liste böyle uzar gider.   

Canlar, geldiğimden beri içimde biriktirdiklerimi döktüm. Keşke olmasa ya da değiştirebilsem dediğim o kadar çok şey var ki... Yurt dışına gidenler ülkemizi beğenmiyor gibi bir tabu oluşmuş nedense... Hayır ülkemizi gayet de beğeniyoruz ama insanımızın bu ülkeye yaptığını düşmanımızın bile yapacağına inanmıyorum. Hoş görü, anlayış, samimiyet zaten giderek yok oluyor. İstanbul en büyük şehir olduğu için yozlaşma en fazla burada görülüyor ama Anadolu için benim hala umudum var. Tası tarağı toplayıp bir Anadolu şehrine yerleşmeyi de düşünmüyor değilim. Küçük bir şehir, güzel, samimi insanlar, kafanı dinleyebileceğiniz bir ortam... İstanbul da, Los Angeles'ta varsın onların olsun...



 

31 Ocak 2015 Cumartesi

Aşkın Gözyaşları Serisi {Sinan Yağmur}



Hz. Mevlana'nın hayatıyla ilgili kitaplar bir süredir hayatımda. "Ne olursan ol yine gel!" sözünün sahibi bu er kişinin hayatını, yaşadıklarını ve yazdıklarını çok merak ediyordum. Bu konuda elime geçen ilk seri ise Sinan Yağmur'a ait Aşkın Gözyaşları oldu.

Sinan Yağmur ismini mutlaka duymuşsunuzdur. Tasavvuf dalında yazıları ve kitaplarıyla adından sık sık söz ettiren bu yazarın ayrıca akademik makaleleri de mevcut. Bu yazıda kitap özetleri ya da benim kişisel yorumlarımdan ziyade kitaptan alıntılar paylaşacağım. Böylelikle hem bu büyük alimlerden, hem de Sinan Yağmur'un anlatım tarzından ne kadar etkilendiğimi anlayabileceksiniz. 

Peki tavsiye eder miyim? Eğer Hz. Mevlana ve Şems'in hayatlarını merak ediyorsanız kesinlikle bir şans vermenizi tavsiye ederim. Kitaplar hem çok fazla gereksiz detaya girmiyor, hem de gerektiği kadarını şiirsel anlatımıyla çok güzel şekilde aktarıyor.





İlk kitap Şems'e adanmış. Şems'in hayatının anlatıldığı ilk biyografik roman Tebrizli Şems... Şems, Mevlana'nın gönül dostudur. Asıl ismi Muhammed Celaleddin olan Rumi'ye, Mevlana ismini Şems koymuştur. Şems çok bilge, lafı gediğine koyan ve azıcık da aksi biri olarak geldi benim gözümde. Yine de her sayfayı bir diğer sayfayı kovalayarak okudum.

"Karşılıksız sevgiyi yaşamak gerekiyormuş. Birini sevmenin delice bir aşkla bağlanmanın güzelliğini yaşamanın hazan mevsimine gelmek olduğunu bilmiyordum Meğer hayatta ne çok şey kaçırmışım. Ya ben erken geldim, ya sen çok geç kaldın... " (Say:8)

"Aşta yukarı ya da aşağı yoktur.
Neden daha fazlasını arayayım.
Ben onunla aynıyım." (Say: 105)

"Sen canımın içindesin, canımsa senden habersiz. .. Gönlüm, canım nasıl bulsun seni? Çünkü sen tümüyle gönüldesin. .. Sense gönülden habersiz." (Say:128)

"Bir türlü kavuşamadığım, kavuşmaya doyamadığım. Dışında olamadığım içinden çıkamadığım. Gecelerin hakimi, gözyaşlarımın pınarı efendim. Tozunu yıkamaya erişemediğim,pasını silemediğim. Karanlığım, Güneş'im.  " (Say:133)

"İnsanlar aşk aramıyor, bencil duygularına köle arıyor.
Köle buluyor ama aşkı bulamıyor. " (Say:156)







İkinci kitap Hz. Mevlana'nın gözünden aktarılmış. Konya'ya nasıl geldiği, Konya'daki hayatı, eşi Gevher Hanım'la tanışıp, evlenmesi, Şems'in onu bulması, dergahı, dervişleri ve o dönemdeki Selçuklu Devleti'ne etkileri... Şems ne kadar aksi, anlaşılması zor biri gibi görünse de Mevlana da o kadar munis, sessiz ve sakin biri geldi gözümün önünde. Zıt görünmelerinin yanında sohbetlerini okurken o kadar keyif aldım ki kelimeler yetersiz...

"Sana dair ne varsa ben hepsini aşk bildim. Sevda bildim. Seni sen bildim de, sevdayı sana bildim." (Say:48)

"Dil kalbin aynası derler. Çöl ve kum misali. Dalgalanıyor kalbim, dağılıyor kelimelerim. Dilim suskun. Yüreğim seni bana getirmeyen yollara küskün. Ey benim canım! Ey benim ay yüzlü sevgilim! Senden gelen bela bana candan tatlıdır. Bu yüzden ben, tatlı canı bıraktım. Varsın senin için yansın, yakılsın." (Say:131)

"Bütün sözlerde ustayım. Bir senin güzelliğini anlatmakta acizim. Kalem gönülden aldığı su ile yaşayan bir güldür. Kalemim kırıldı, suyum dirilt kalemlerimi. " (Say: 132)

"Yağmur değil de sen yağsan yine şehrin üzerine, ıslanmak kim bilir nasıl da güzel olurdu bu sensiz gecede? Yine yağmur yağıyor dövüyor camları bu korkunç gecede... Yoksun yağmıyorsun sen bu şehre... "(Say:136)





Seri de benim en sevdiğim ise 3. kitap Kimya Hatun oldu. Sanırım bunun nedeni kitabın Kimya Hatun'un yani bir bayanın dilinden aktarılmış olması... Şems'le daha 18 yaşındayken evlenen Kimya Hatun kendisinden yaşça çok büyük birisiyle evlenmesinden dolayı etrafı tarafından çok fazla baskı almış. Bunların hepsine kulak tıkayıp, sadece Şems'e yönelmiş... Şems'e duyduğu aşk o kadar derin ki kitabın sonundaki Adresini Bulamayan Mektuplar kısmını okurken hüngür hüngür ağladım.

"Aşkından bahtiyarım., ancak vuslatına azadeyim, sırrına avareyim." (Say: 32)

"Aşk aynı yağmurda ıslanmaktı. Güneş yağmurunda ıslanarak yanmaktı. Aşk, yıldızlı gecede gökyüzünü seyretmek, kayan yıldızlara bir isim vermekti. Aşk, sevgiliyi kimse görmeden bir sır gibi içinde yaşatarak ona kaçamak bakışlarla bakmaktı. " (Say: 94)

"Bir insana başka bir insana her şeyini verebilir, ancak gönlünü, aşk edene, hak edene verirsin. Gönül ancak gönül ile takas edilir." (Say: 109)

"Aşkı ayrılık kirletmez. Ayrılığın bile bir asaleti vardır. Aşkı, ağzının suyu akarak sırıtan bakışlar kirletir. Aşk var oluş aynasına bakmaktır. Maskenizi atmadığınız sürece, ayna ne kadar parlak ve berrak olursa olsun yüreğinizi göremezsiniz." (Say: 111)

"İnceliklerle dolu olan kadın ruhu meylini olgun erkekten yana akıtır." (Say: 124)






4. kitap Şems'in gözünden Ölümü Öpen Derviş olarak bilinen Hallac-ı Mansur'un hayat hikayesini anlatıyor. Serinin bu kitabını okuyana dek ben de bu dervişin hayatından bihaberdim. Mansur'un yaşamı acı ve ateşle harmanlanmış. Okurken bir insan bu kadar acıya nasıl dayanır diye çok sefer aklımdan geçirmişimdir.


"Bazen ağlamak gerekir yürek kapılarının açılması için
Bazen anmak gerekir özlenenin özlemi hatırlaması için
Bazen susmak gerekir yârin yüreğinden geçenleri okumak için... " (Say: 45)

"Düşüncelerinize dikkat etmeniz lazım. Çünkü düşünceler kelimelere dönüşür; kelimelerden fikirlere fikirlerden fiillere, fiillerden alışkanlıklara, oradan da karaktere dönüşürler. Karakterlerinize dikkat ediniz, alın yazınıza dönüşürler. " (S: 151)

"Ben yok iken aşk yaratıldı. Sen yok iken ayrılığa yüzün takıldı. Şimdi sen yok iken her gece hüzün ile dertleşiyorum. Ben konuşurum hüzün susar, hüzün ağlar ben susarım. " (Say: 165)

"Hayalin gözümde, adın dilimde nazlanamazsın.
Makamın kalbimde, durağın bende, gizlenemezsin. " (Say: 212)

"Ölümü solumuş kişi için, suskunluğun kokusu cennettir. " (Say: 273)


 

25 Ocak 2015 Pazar

Geber Anne - Sezgin Kaymaz




Kitabın ismi ergenlik döneminde isyan bayrağını çekip "Hepiniz ölün. Ben de kurtulayım." tarzında olduğu için özellikle bu yaş grubundaki okuyucunun ilgisini çekeceği görüşündeyim.

Kitap, tipik bir Türk ailesi olan İsmailoğlu ailesinin etrafında gelişiyor. İki evladına, özellikle küçük oğlu olan Sarı Prens'ine aşık bir anne, kendini ailesine adamış Şükran Bey ve evin ufaklıkları büyük Tufan ve küçüğü olan Tayfun... Bu mutlu, mesut ailenin saadeti Tayfun'un 17. yaş gününde, annesini uygunsuz bir durumda basmasıyla bir trajediye dönüşüyor. Annesi bu duruma dayanamayıp aynı gece intihar ediyor ve hikayemizde böylece olması gereken akışına giriyor.

Bir de Kerem var ama nasıl bir Kerem... Herkes onun güzelliğine aşık, ondan bahsediyor, ona hayran vs... Kız mı, erkek mi bazen onu bile idrak edemiyor insan. Kerem hem öksüz, hem yetim... Yetiştirme yurdunda büyümüş. Bu arada Tayfun'un doğum gününün, annesinin ölümünün üzerinden tam 17 sene geçiyor. Tayfun artık bir yetişkin olmuş ve bir şekilde bu ikilinin yolları kesişiyor.

Sezgin Kaymaz kitaplarıyla benim tanışmam lise arkadaşımın tavsiyesi üzerine olmuştu. Okuduğum ilk kitabı da Uzun Harmanlarda Bir Davetsiz Misafir'di ve kendisine hayran kalmıştım. O da yine fantastik bir eser olan kitaptan sonra benim gözümde yazar okunacak Türk yazarları listesine girmişti.

Gelelim Geber Anne'ye... Kitabın anlatımı gayet akıcı, okuyanı sıkmıyor. Gereksiz detaylara fazla girmiyor. Ancak bazı yerlerde çuvalladığını itiraf etmeliyim. Bu nedenle ilk okuduğum kitaptaki kadar zevk alamadım. Yine de Seygin Kaymaz kitaplarının kendine özgü, okuyucuya kendini merak ettiren bir yanı var. Bir de kendisi bir dönem Ankara'da yaşadığı için kitaplarında mekan olarak bu şehri seçiyor. Memleketim ne de olsa...

Önerir miyim? Eğer fantastik olsun ama bizden olsun, Türk olsun derseniz, bir şans verin derim. Kolay okunur kitaplar yazıyor Sezgin Bey...

Spoiler: Kitabın yarısına gelmeden sonunu çözmüş biri olarak biraz sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Kitap içinde sürekli geçen bir "zaman" kavramı zaten olayların akışını gözünüzün içine sokuyor resmen. Benim açımdan ise zaman döngüsünü içine alan edebi eserlere aşina olmamdan ve bir de zamanında bu konuda fanfic yazmamdan ötürü konuya oldukça hakimim. Bu yüzden pek merak ederek değil de, daha çok kitabı bitireyim elimde kalmasın tarzında okuduğumu itiraf etmeliyim.

İşin içine bir de sürekli Kerem'in güzelliğinden bahsedilmesi ve bunun sayfalar ve sayfalar boyu tekrarlanması açıkçası beni biraz sıktı. Bu kadar abartılı anlatılmasına ve okuyucunun sıkılmasına gerek olmadığı görüşündeyim şahsen.


 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...