30 Aralık 2012 Pazar

Uluslararası İlişkiler V {Hadi Amerika'ya İhraç Edelim!}

 

Uzak Doğu kozmetikleri ile ilgili yazılarımı Google aramalarından bulup bana mail yoluyla ulaşan birkaç ithalat-ihracat firması olmuştu. Onlara elimden geldiğince yardımcı olmuştum. Dilerim o firmalardan birkaçı bu yazıyı görür ve bu bahsettiklerimden birkaçını Amerika'ya ihraç etmeye başlarlar. Sizi temin ederim, kesinlikle pişman olmazsınız.

Hikaru Bacım aylar öncesinde şu yazısında özlediği ve özleyeceği şeyleri yazmıştı. Hatta bana da postalamıştı mim şeklinde ama o zamanlar gurbet ellerde yeni olduğum için neyi özleyip, neyi arayacağımı kestiremiyordum. Buraya geleli 7 ay doluyor. Haliyle özlemini çektiğim birçok şey var. Gerçi ben şanslıyım. Bulunduğum bölgede göçmen çok olduğu için birçok farklı şeyi tanıma imkanım oldu. Ayrıca İranlıların devrimden sonra yoğunlukla yerleştiği bir bölge olduğu için etrafta fazlasıyla İran ürünleri satan mağazalar ve bu mağazalarda birçok Türk markasının ürünlerini bulmak mümkün.

Neyse yavaştan mevzuya gireyim bari... Amerika'ya yerleşen farklı milletlerden insanlar kendi kültürlerini buraya da taşımış. Ancak Türkler'in bazı milletlerden daha fazla nüfusa sahip olduğu halde ne yazık ki hem kültürümüzün hem de ülkemizin burada neredeyse yok denecek kadar az insan tarafından bilindiğini fark ettim. Üstüne üstlük bir de başka ülkelerin -bunların başında Yunanistan ve Ermenistan geliyor- bizim değerlerimize bizden daha çok sahip çıktığını -hatta kaba bir tabirle (ç)aldığını- ve ülke tanıtımlarını bunlar üzerinden yaptığını fark ettim.

Konuya girmeden önce itiraf edeyim milliyetçi bir aileden geliyorum. Allah korusun bir savaş falan çıksa ilk olarak bizimkiler gönderirler oğullarını askere... Zaten benim dışımda ailede kız olmadığı için beni de katarlar aralarına... Bu nedenle bana da aşılandı milliyetçilik anlayışı küçüklüğümden beri. Aslında ülkemdeyken fazla da sallamıyordum ama burada yavrusunu koruyan kartal hesabı karşımdaki -ister arkadaşım olsun ister okuldaki hocam- yeri gelince yapıştırıveriyorum hak ettiği cevabı. Millet sanki sütten çıkmış ak kaşık misali gelip benim ülkeme b.k atmaya kalkarsa alır ağzının payını. Ben de bu konuda acıma yok. O nedenle Türk ürünleri de bayağı bir dert oldu içime...




1- Gül Ürünleri: Bizim ailede evin bir köşesinde mutlaka bir şişe gül suyu bulunur. Hatta annemin güzellik sırlarından  birisi de gül suyuydu. Bu alışkanlığını bana da geçirdi. O nedenle yılın belli zamanları cildimi özel bir tonikle değil de sadece gül suyu ile silerim. Bu rutinden de oldukça memnunum. Ancak gel gelelim buraya geldiğimden beri doğru düzgün gül aromalı ürün bulamadım.

Bizim ülkemizde gül ve ondan üretilen her şey -yiyeceğinden, kozmetiğine- ne kadar yaygınsa Amerika'da da bu ürünlerden bulmak o kadar imkansız... Targetta kozmetik reyonlarında onca markanın ürünlerine baktım ama gül aromalı sadece bir tonik bulabildim. O da minicik bir şişe ve fiyatı 10 dolardan fazla idi. Hadi gramajını ve fiyatını geçtim, benim en sevdiğim kokulardan biri gül kokusudur, o üründe koku falan hak getire... Bir tek Body Shop'ta bir iki kreme denk geldim o kadar...

Hatta bir örnek vereyim size... Bulgar bir oda arkadaşım var, amcası da burada yaşıyor ve senelerdir ülkesinden gül ürünleri ihraç ediyormuş. Benim gül suyunu çok sevdiğimi öğrenince bir şişe gül suyu hediye etmişti. Hatta beni evlerine yemeğe davet ettikleri bir gün de sorguya çekti gül ürünlerinin Türkiye'deki önemiyle ilgili... Gül suyunun Türkiye'de her markette satıldığını öğrenince çok da şaşırmıştı. Çünkü buraya ithal ettiği gül suyunu ülkesinde ancak belli yerlerde satıldığını söyledi. Dedim biz de bu kadar yaygın olan bir şeyi, biz neden ihraç edemiyoruz? Oda arkadaşımdan öğrendiğim kadarıyla Rosense'in büyük şişe gül suyu kadar bir "Bulgarian Rose Water"ı yaklaşık 40 dolara satıyorlarmış. Yuh yani! Elde ettikleri karı siz düşünün...

Tabi ben durur muyum? Rosense'e konuyla ilgili bir mail attım ve bana hemen geri döndüler. Amerika'da kozmetik sektöründe çok fazla marka olduğu için rekabet çok yüksek, o nedenle yakın zamanda bir ihracat işlemleri yokmuş. Ancak tavsiyem bir an önce bu pazara el atmaları... Çünkü iyi bir reklamla gül ürünlerini iyi bir şekilde tanıtabilir ve pazarda iyi bir pay elde edebilirler.



 
 
2- Falım Damla Sakızı: Çocukluğumdan beri en sevdiğim sakız çeşitidir bu. Yaşıtlarım genelde Big babol tarzı bol şekerli sakızları sevse de ben hep Falım sakızlardan alır, annemi sinir edecek kadar gürültülü bir şekilde çiğnerdim. Gel gelelim buraya geldiğimden beri en fazla özlemini çektiklerimin başında bu sakızlar geldi. Çünkü buradaki sakızlar bildiğiniz lastik kıvamında ve bana sorarsanız kötü kokuyor. Beğenmedim. Anneciğim sağ olsun bana bu sakızlardan birkaç paket ulaştırmayı başardı. Gümrükten nasıl geçtiği hakkında bir bilgim yok. Ancak şimdi masamda mutlaka birkaç tane bulunduruyorum.
 
Falım firmasına konu ile ilgili bir mail attım tıpkı Rosense'e yaptığım gibi... Tabi ki çoğu Türk firmasının umursamadığı gibi kaç gün geçmesine rağmen tenezzül edip geri dönüş bile yapmadılar. Eh kendileri kaybederler... Amerikalılar'ın yeni ürünler denemekten ne kadar hoşlandığını bilseler bence hemen buraya ihracat yapmaya başlarlardı.  
 
 
 
 
3- Türk Salebi: Buraya geldiğimden beri hiç görmediğim bir ürün de salep... Hani Yunanlılar ya da İranlılar falan kendi ürünüymüş gibi satıyorlar mı aceb diye düşündüm, hatta sordum soruşturdum ama kimsenin bu güzelim üründen haberi bile yok. Hatta Bulgar arkadaşıma bile yoklama çektim ama onlar da bu nadide içeceği bilmiyorlarmış. Kışın özellikle çok zor geçtiği şehirlerde bu ürünün çok tutacağından adım gibi eminim. "Turkish Salep Shop" şeklinde şubeleri olan yerler açılsa, çok iyi para yaparlar, yeminle bak... 
 
Türkiye'deyken kışın neredeyse her günü içtiğim salebi buraya geldiğimden beri aramamamın sebebi ise kışın bulunduğum şehrin çok soğuk olmaması... Ortalama sıcaklık yaklaşık 15-20 derece arasında değişiyor. O nedenle şanslıyım....
  
 
 
 
4- Maraş Dondurması:  Tanıştığım her Japon'un mutlaka bahsettiği ve "Sizin dondurmanız çok lezzetli!" diyerek övdükleri Maraş dondurmasını da burada bilen eden yok. Belki Türk Mahalleleri'nin olduğu Rochester bölgesinde Maraş dondurması yapan yerler vardır, o bölgeye hiç gitmediğim için bilmiyorum. Ancak şunu söyleyebilirm ki burada sattıkları krema gibi akışkan dondurmalardan sonra Maraş dondurması çığır açacak gibime geliyor.
 
Yemek mevzu bahis olunca Amerikalılar'dan daha fazla yeniliğe açık bir millet daha tanımam. Malumunuz adamların övünecek doğru düzgün kendi mutfakları bile yok. O nedenledir ki diğer ülkelerin yemeklerine de düşkün olabiliyorlar. Yeni bir tat olduğu için Maraş Dondurması'nı da çok seveceklerdir.
 
 
 
5- Çömlek Yoğurdu: Türkler'in her yemeğin yanında servis ettikleri ama milletin bizden daha fazla sahip çıktığı lezzetimiz yoğurdu, burada Yunan, Japonya da ise Bulgar yoğurdu olarak biliyorlar. Japonya'yı nasıl mı biliyorum, Japon bir tanıdığım söyledi ondan... Neyse, ben de burada hiç görmediğim bir şekilde, Türk yoğurdunun piyasaya girmesini istiyorum efendim. Dedim ya Amerikalılar farklı ve yeni tatları seviyorlar diye... Türkiye'deyken de en fazla sevdiğim yoğurt çömlek yoğurduydu, hatta manda sütüyle yapılmışsa daha lezzetlisini bulamazsınız. (Bak nasıl canım çekti şimdi?) Hal böyle olunca bir an evvel bu ürünün piyasaya çıkması lazım...  
 
Genel itibari ile listem yiyeceklerden oluşuyor ama siz de beni anlayın canım. Türkiye'nin, Japonya, Güney Kore gibi, teknolojik markaları var da ben mi yazmadım? Hem öyle olsa bile, o ülkeler teknolojik üretimlerinin yanında, ne kadar fazla yiyecek-içecek ihraç ediyorlar biliyor musunuz? Bizden çok, çok fazla olduğu kesin... Gittiğim restoranlarını saymıyorum bile...
 
Aslında çok şey var yazacak ama benim aklıma ilk olarak gelenler şimdilik bunlar... Peki, siz firmalara ne tavsiye edersiniz? Bakarsınız birileri görmüş burayı...
 
 

28 Aralık 2012 Cuma

Uluslararası İlişkiler IV {Avrupalı mı? Amerikalı mı?}




Hani bana soruyorsunuz ya "Peri, Amerika'da yaşıyorsun ama hiç Amerikalılar'la ilgili yaşadığın gariplikler yok mu?" diye. İşte bu yazı genel itibariyle Amerikalılar ile ilgili olacak. Ancak başlıktan da anlayacağınız üzere Avrupalılar da Peri'nin gazabına uğrayacak biraz. Umarım benim neden onlar hakkında pek yazmadığımı biraz olsun anlarsınız.

Genelde ben ülkeler ya da kültürler hakkında ciddi yazılar yazmayı sevmiyorum. Çünkü ciddi yazılar okumayı sevmiyorum. Okuduğum çoğu "ciddi" blog yazısını da daha yarıya gelmeden çat diye kapatıyorum. Çünkü o tarz yazılar her yerde var. Blogları tercih etmemin nedeni yazarların kendi espri anlayışlarını da araya sıkıştırmaları. İroniyi seviyorum. Yapacak bir şey yok. Ancak bu yazı diğerlerine göre daha ciddi bir yazı olsa da arada birkaç komik anımı da geçiştireceğim... Sıkılmamanızı ümit ederim.

"Eğitim cahilliği alır ama eşeklik baki kalır." derler. Ne kadar doğru bir söz olduğunu buraya geldiğimden beri daha iyi anlamış oldum. Bir söz vardır; Amerikalılar çok gerizekalı, aptal, hiçbir şeyden anlamayan insanlar diye... Eğer bana sorarsanız, söyleyeceğim "Hem katılıyorum hem de şiddetle karşı çıkıyorum." olurdu. Nedenini sırayla açıklayacağım. Sanırım bu ara fazla biriktim; o nedenle sizlere de bilgi olması amacıyla bu postu hazırladım. Sizi eğlendireceğim yazılarım da var elbette... Beklemede kalın...

Aslında ben genel olarak seviyorum Amerikalıları... Şimdi "Senin de bir dediğin, bir dediğini tutmuyor Peri. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu..." demeyin. Bana kalırsa burnu havada, herkesi kendinden üstün gören bir Avrupalı'dansa, aslında hiçbir ülke hakkında bilgisi olmayan bir Amerikalı daha iyidir. En azından hiçbir ülkeye karşı ön yargısı yoktur adamın. Tek bildiği "Ben dünyanın süper gücü olan Amerika'nın vatandaşıyım." öngörüsüdür ki, bir yandan doğrudur. Hal böyle olunca ona bir şeyler aşılayıp, Türkiye hakkında bilgi vermek daha kolay olacaktır.




Bu Amerika'ya 3. gelişim... İlk iki seferde eğitim seviyesi gerçekten çok düşük insanlarla muhattap olmuştum. O nedenle bana sordukları saçma sapan sorulara -tabi ki karşımdaki insana göre- çoğu zaman gülerek ve sabırla cevap veriyordum. Eğer sinir olduğum bir insansa zaten sadece görmezden geliyordum. Buna bakıp da "Aman işte cahiller..." demeyin. Biz de yok mu sanki eğitimsiz insanlar... İstanbul'da, Japonya'daki depremden sonra eline mikrofonu alıp yoldan gelip geçenlere "Japonya nerede?" sorusunu yönelten spikere kaç kişi doğru cevap vermişti? Hatırlatırım... Ben de ilk gelişlerimde, işte toplumun bu kesimiyle muhattap olmuştum. O nedenle fazla sallamıyordum açıkçası... (Bunu sadece örnek olarak verdim. Altında bit yeniği aramayın.)

Bu son gelişimde durumlar çok çok farklı... İlk nedeni eğitim seviyesi en aşağı üniversite olan her milletten olan insanların arasındayım. Dahası hocalarım en azından masterını yapmış, birkaç ülke, kültür görmüş, üstelik işleri sebebiyle sürekli öğrencilerden ülkeleri hakkında bilgi sahibi olup kendilerini geliştirmeye yönelik şansları olan insanlar... Ancak diyorum ya, insanın kendisi at gözlükleri takmış olmasın, siz isterseniz gözünün içine sokun, yine de kendi görmek istediğini görecek ya da anlamak istediğini anlayacaktır.
 
Şu Avrupalı mevzusuna da bir deyineyim neden sevmiyorum onları... Buraya geldiğimden beri ya da daha önceden hiç aynı ortamda bulunmadım mı onlarla? Elbette bulundum. Hatta davet edildiğim birkaç partide, partiye gelenlerin yarısını Avrupalılar oluşturuyordu. Uzak Doğulular'ın zaten Avrupalı -özellikle Fransız ve İtalyan- fantazileri var. Bunu deneyimlerimden çok iyi bir şekilde öğrendim. Gittiğim partilerde adamlara şöyle bir dikkat ettim de zaten havada olan burunları, Uzak Doğulular'ın ilgisiyle Kaf Dağı'na varmış. Sanırsınız dünya onlar için dönüyor. Uzak Doğulu arkadaşlarım bana "Sen de Avrupalısın ama neden onlarla hiç birlikte takılmıyorsun?" diye soruyorlardı. (Evet bizi Avrupalı olarak görüyorlar genel olarak.) Ben de onlara "Çünkü onlar kendilerinden başkasını aşağıda görürler. Fark etmediniz mi?" diye cevap verirdim. Ne demek istediğimi anlayıp anlamadıklarını bilemiyorum gerçi. Sonuçta hayran oldukları bir şeyden vazgeçmeleri zor olsa gerek...
 
 
 
 
Avrupa hayalim olmadı hiç... Tamam, gidip görmeyi isterim ama "Off! Avrupa şöyle, orası başka bir dünya, Türkiye mi? Yok kalsın. " diyerek ülkemi aşığılayan, üstelik bunu gittiği her yerde yapan -sadece Türklerle birlikteyken yapsa bir derece anlayacağım-  Osmanlı'daki Jön Türkler'den bir farkı olmayan özenti, Avrupalı olmaya çalışan ama asla kabul görmeyeceği bir topluluğun içine girmeye kendini adamış tipleri görünce tek hissettiğim duygu acıma oluyor onlara karşı. Ben bu tipleri Starbucks'tan kahve alıp, instagramda "White Chocolate Mocham olmadan güne başlayamıyorum." şeklinde paylaşarak, entel olmaya çalışan tiplere benzetiyorum. Sanırsınız ki bunların köy kahvesinin yanında da Starbucks bir şube açmıştı. Te Allah'ım...
 
Bakın benim yazdığım makalelerimden birisi "Türkiye'nin Avrupa Birliği ve Orta Doğu İle İlişkisi" idi. Bu makaleyi hazırlarken o kadar çok veri inceledim ki başım dönmüştü resmen. Ancak benim için tek bir gerçeği, çok iyi bir şekilde okuduğum her makalede görmemi sağladı. "Türkler asla Avrupalı olmayacak. Olamayacak..." savundukları görüşler işte bu şekildeydi. Bu gizli bir bilgi de değil gerçi internette biraz dolanırsanız, üst düzey insanların röportajlarına, makalelerine ulaşabilirsiniz. Açıkçası AB kapısında bizi 50 yıldır bekletmeleri o kadar da umurumda değil, ben de biliyorum ülkemin çok da mükemmel olmadığını. Benim asıl sinir olduğum Avrupalılar'ın genel olarak Türkleri aşağılaması... Kusura bakmasın kimse ama tuvalet terbiyesini Osmanlı'dan öğrenmiş, kadın haklarını bizden sonra edinmiş ülkelerin gelip de bana medeniyet taslamasına ihtiyacım yok benim. Ha, Avrupa Özentisi Türkler'in varsa onu bilemeyeceğim. Onlardan biri değilim çünkü.   
 
Bu durum sadece bizim için de geçerli değil. Avrupa'da birkaç ülke görmüş Uzak Doğulu arkadaşlarımın da ırkçı muameleye maruz kaldığını öğrendim. Bunlardan en bilineni ise çekik gözlülere "Sarı Maymun" benzetmesi yaparak, soru sordukları halde çekip gitmeleri olmuş. Diyorum ya ben birini ya da bir şeyi sevmiyorsam birden fazla nedeni vardır. Tek değil...
 
Gerçi ben bunları yazdım diye bazıları tarafından topa tutulacağım, beğenilmeyecek, gerici, ırkçı, eğitimsiz olarak nitelendirileceğim -malumunuz Avrupa'yı aşağılarsanız alacağınız tepki bu oluyor hep nedense- ve büyük ihtimalle unfollow edileceğim ama açıkçası GERÇEKLER ACIDIR bebeğim ve ben bu blogda size her zaman ne gördüysem, ne yaşadıysam ve en önemlisi ne düşündüysem onu yazdım. . Ben de yalan yok... Beğenmeyen zaten yolu biliyor, ben bunları kimseye zorla okutmuyorum.     
 
 
 
Neyse Avrupalı dostlarımızı(!) bir kenara bıraktıktan sonra gelelim Amerikalılara... Ne yalan söyleyeyim tanıştığım en aptal insanlar Amerikalılar'dan çıktı diyemeyeceğim. Daha önceki yazılarımda bahsettiğim saçma sapan sorular soran, hadi soruları anladım -bilmiyordur normal olarak ve merak ediyordur- salak saçma yorumlar yapan üniversite mezunu, cahil Uzak Doğulular'ı gördükçe eğitim düzeyi düşük Amerikalılarla yaptığım konuşmalar bana çok seviyeli gelmişti.
 
Amerika'ya ilk gelişim... Çalıştığım yerin kendi yemek salonu var ve tüm çalışanlar burada yemeklerini yiyor. Bir gün öğle yemeğimi alırken bir aşçı tarafından soru yağmuruna tutuluyorum.
 
A: Nerelisin?
P: Türküm...
A: Rusça konuşabiliyorsun değil mi?
P. Hayır konuşamam.
A: Nasıl yani? Siz Türkler ülkenizde Rusça konuşmuyor musunuz?
P: !?!?!?!?!? Hayır, biz sadece Türkçe konuşuyoruz. Kendi dilimizi...
A:!?!?!?!?!?...
 
Adam herhalde bizi dağılan Sovyet Ülkeleri'nden biri zannetti. Ne diyelim öğrenmiş oldu bu vesileyle... 
 
 
Amerikalar genelde rahat insanlar... Zaten dünyanın bir ucunda olmaları nedeniyle genel itibari ile diğer ucunda olan bir ülkenin sorunları onları ilgilendiriyor gibi görünmüyor. Üstte paylaştığım resim geçen sene Amerika'da tartışmaya neden olan, Time'ın Avrupa ve Amerika kapaklarından oluşuyor. Tartışmanın nedeni ise, Avrupa kapaklarında önemli mevzuları işleyen Time'in, Amerika kapaklarında "ev işleri, okul seçme gibi..." basit konulara yer vermesi... Bu da Amerikalılar'ı o dönem fena kızdırmış. "Biz önemli mevzuları anlayamayacak kapasitede miyiz?" diyerek dergiyi protesto etmişlerdi... Bu da size bir örnek olsun.
 
Bir de Amerikalılar'ın coğrafya bilgisi sıfır... Biz Türkler'in çok kötü olduğumuzu söylerler ama yalan... Amerikalılar bize tur bindirir o konuda...
 
Yine ilk senemden bir anı... Yabancı olduğumu fark eden herkes aynı soruyu soruyor.
 
K: Hangi ülkeden geldin?
P: Türkiye'den...
K: Orası tam olarak nerede oluyor?
P: Yunanistan'ın doğusuda, Irak'ın kuzeyinde...
K: Aah! Uhmmm! Evet, Yunanistan'ı biliyorum sanırım.
P: Irak peki?
K: Yok hayır. O nerede bilemiyorum.
 
Irak örneğini bilerek vermemin nedeni, o dönemde savaşta olmaları sebebiyle, ülkenin nerede olduğunu bilmelerini düşünmemdi ama çok büyük bir yanılgıymış. Kime sorsam "Aaa, uuuu!!!" layıp bilmiyorum dedi. Bir gün burada hocalarımdan biriyle konuşurken ona dedim ki "Tamam, herkesin coğrafya bilgisi mükemmel olmak zorunda değil ama benim ülkem bir ülkeyle savaş halinde olsa, o ülke dünyanın öbür ucunda olsa da biliriz. İster üniversite mezunu olsun, ister eğitim seviyesi düşük birisi olsun... " Kendisi de kabul etmişti bu gerçeği...
 
Bu örnekte bahsi geçen aynı kişi bir gün bana "Kendini Avrupalı mı, yoksa daha çok Asyalı gibi mi hissediyorsun?" diye sormuştu. Ben de ona "İkisi de değil." demiştim. Benim açımdan doğrusu da buydu. Çünkü bir Avrupa'ya bakıyorum, ne benim çok önemsediğim aile bağı var, ne de değer yargıları... Bir de Asya'yla -özellikle Orta Doğu- karşılaştırıyorum, oradan da çok uzağız artık. Açıkçası Orta Doğu ülkelerine de benzetmek istemem güzel ülkemi... Neyse bu başka bir yazının konusu olsun.   
 
 
 
 
Amerikalılar genelde anlaşması kolay insanlar... Sohbet etmek isterseniz sizi geri çeviren pek olmaz. Hal böyle olunca bir partide, gittiğiniz bir barda tanıştığınız ya da en basitinden yolda adres sorduğunuz bir Amerikalı bile sizinle rahatça sohbet edebilir. Hatta biraz samimi olduğunuz bir Amerikalı sizinle rahatça ilişkileri ve aile hayatı hakkında bilgiler vererek sizi şaşırtabilir.
 
Bir gün ders arasında hocamla -yukarıda bahsi geçen kişiyle aynı değiller- hem makalem hakkında tartışıyoruz hem de sohbet ediyoruz. Aklıma nereden esti bilmiyorum aramızda şöyle bir sohbet geçti.
 
P: Evinizde beslediğiniz evcil hayvanınız var mı?
H: Hayır yok. Onun yerine oğlum var. Evcil hayvan olarak onu besliyoruz. Olur mu?
P: !?!?!?!
 
Bunun sonucunda gülme krizine girmiş ve bir beş dakika konuşamamıştım. Kendisiyle yaptığımız tek komik konuşmamız bundan da ibaret değildi.
 
P: Christmas'ta ne yapacaksınız? Tatile gidiyor musunuz bir yerlere?
H: Hayır! Çünkü kardeşim ve ailesi bize gelecek ve tüm aile olarak, hepimiz yerde uyuyacağız.  
 
Başka bir konuşmamız...
 
Beş-altı kişilik bir grupta sohbet ediyorsunuzdur. Muhabbet yaşlardan açılır ve hocanızın yaşıyla ailedekileri karşılaştırmaya başlarsınız. Size kaç doğumlu olduğunu söyler ve siz de kayışlar kopar.
 
 P: Yok, siz o yaşta olamazsınız. Benim büyük babam bile şu yıl doğumluydu.
H. Ne güzel işte! Ben bundan sonra senin büyük babanım.
P: !?!?!?!?!

 Bu konuşmadan sonra ben de kendisine ders dışındaki konuşmalarımızda şaka yollu hep bu şekilde hitap ettim. Gerçi sonra birlikte bir karar alıp bundan vazgeçtik. Başka bir sohbetimiz...

 P: Bir sorum vardı...
H: Yes Ma'am!
P: Ma'am?! Lütfen bana öyle seslenmeyin. (Evet, bu tabirden nefret ediyorum.)
H: Bundan hoşlanmıyor musun? O zaman sana Peri Hanım diyelim (Evet, burada Türkçe söyledi. Kendisinin Türkçe bilgisi de var az buçuk...)
P: Hayır! Hayır! Bu Ma'am'den daha beter...
H: Peki, o zaman neyi tercih edersin?
P: Bilmem. Belki Ms?
H: Peki, öyle olsun...
 
Amerikalılar'a kızıyorum, bazen sallamıyorum ama bugüne kadar tanıdığım en mükemmel insan da bir Amerikalı... Bunu iyiye mi yorarsınız, yoksa kötüye mi bilemem ama benim için de çok beklenmedik bir şeydi, kabul ediyorum. Önce kendisinden azıcık bahsedeyim. bu hocam bir profesör ve ömrünün belki de üçte birini Orta Doğu ülkelerinde geçirmiş. Türkiye'ye de gelmiş birkaç kez gezi amaçlı. Bütün bu artıların yanında tarih ve kültürlerle çok alakalı. Üstelik açık görüşlü ve anlayışlı bir insan olmanın da, kendisini çok ayrı bir yere koyduğunu söyleyebilirim. Kendisinden twitter hesabımda da sıkça bahsetmişimdir. Hatta bir ara manyaklık derecesine ulaşmıştım. O kadar yani ama bunun da bir çok sebebi vardı, diyorum ya ben bir şeyi yaparsam boş yere yapmam diye... 
 
Yukarıda bahsettiğim hocamla o kadar çok sohbetimiz geçti ki ciddi ya da şaka yollu... Ülke mevzuları, kültür farklılıkları hatta politik konular gibi ciddi meseleler dışında bana o kadar çok destek oldu ki... Bir dönem gerçekten benim için çok zorlu geçmişti. Derslerimden istediğim notları alamamış, üstüne üstlük özel birkaç mevzuda problemler yaşamıştım. Yüzümden, deyim yerindeyse bir bakışımdan anlıyordu kendisi yine bir şeylerin ters gittiğini... Yeri geldi dinledi beni, yeri geldi öğüt verdi, yeri geldi şakalar yapıp keyfimi yerine getirdi. O nedenle ben kendisini çok, çok özel bir yere koydum kendi gözümde... Bir daha onun gibi biriyle tanışır mıyım bilmiyorum. Açıkçası çok zor beğenen biri olduğum için, hala nasıl gözümde bu kadar çok yüksek bir yere koydum onu, bazen ben de şaşırıyorum.  
 
P: Bizim evde çok ünlüsünüz. Ev arkadaşlarımın hepsi sizi biliyor.
H: Gerçekten mi?
P: Evet, sürekli sizden bahsediyorum da ondan...
H: İyi bir şey mi, yoksa kötü mü? Tam olarak çözemedim.
P: Şöyle anlatayım. Birisi 'Sizin benim koruyucuma dönüştüğünüzü' düşünüyor. Diğeri ise 'Benim artık bir çeşit sizin sapığınız olduğumu' söylüyor.
H: !?!?!?!
 
Bunu söyledikten sonra kendisi öyle bir kahkaha atmıştı ki hala kulaklarımda... En azından ev arkadaşımından farklı olarak bunun iyi bir şey olduğunu düşünüyor ...
 
Aslında böyle bir yazı tasarlamamıştım aklımda ama bilgisayarın başına geçince klavyemden neler aktaracağımı bazen kestiremiyorum. Bir bakmışım aslında beklediğimden çok farklı bir post çıkıvermiş karşıma... Ne diyeyim? Umarım keyif alarak okumuşsunuzdur. Belki de sinir olarak... Yorumlarda belirtirseniz ben de çözmüş olurum.
 
Keyifli hafta sonları... ♥
 
 Resimler alıntıdır...

26 Aralık 2012 Çarşamba

The Body Shop: Deep Cleansing Scrub Mask + Warming Mineral Mask

 
 
 
Yavaş yavaş Body Shop ürünlerini yazsam iyi olacak sanırım. Cilt bakımı için buraya geldiğimden beri Mario Badescu ürünlerini kullanmak istiyordum. Ancak Body Shop üst üste o kadar kazançlı kampanyalar düzenledi ki ben de dayanamadım, eksiklerimi bu markadan tamamladım. Hem böylesi Mario'dan daha uygun fiyata geldi. Bir dahaki sefere artık...
 
Bu iki üründe ben de 3 aydan beri bulunuyor ama onlar hakkında iyi mi, yoksa kötü mü bir şeyler yazacağıma bir türlü karar verememiştim. Bu yazıya başlamamın bir nedeni de Türkiye'de yabancı markalara ulaşamayanlar için bir alternatif sunmak... Umarım yardımcı olur... Neyse ilk olarak iki üründen sevmediğimle başlayayım...
 
 
 
Blue Corn 3in1 Deep Cleansing Scrub Mask: Bu ürünleri aldığım dönemde resmen bulunduğum bölge yanıyordu. Bir de üstüne benim siyah noktalar çoğalınca ve de özel günlerde olmanın bana hediyesi birkaç sivilce yüzümde yerini alınca Body Shop'taki bayana bana ne önereceğini sordum.O da bana bu ürünü tavsiye etti. Keşke etmeseymiş... 
 
Maske aslında üzerindeki açıklamasının sizi yönelttiği gibi normal ya da yağlı ciltler için daha uygun... Ben de "Ya zaten kampanya, hem de özel günlerimde kullanırım." mantığıyla kıza uyup almıştım. Maalesef öyle yapmamak gerekiyormuş. Bu deneyim bana bir kez daha öğretti ki kendi cilt bakım ürünlerimi kendim seçeceğim. Kimseye de pabuç bırakmayacağım. Saçma sapan şeyler önerip benim de kafamı karıştırıyorlar.
 
Neyse gelelim benim yorumlarıma... Bu ürün kuru ve hassas ciltler çin kesinlikle uygun değil. Ben ilk birkaç seferde tüm yüzüme uyguladım ve sonuç yanaklarımda yanma şeklinde bana geri döndü. O nedenle uzak durun derim. Ancak yağlı cilde sahip olanlar beğenecektir. Kullandığım dönemde alın bölgemde olan parlama neredeyse yok oldu, burun çevremde oluşan siyah noktalarda azaldı. Bu tarz cilde sahip olanlar memnun kalır diye düşünüyorum. Ben de bu maskeyi artık sadece özel günlerimden önce ve yazın T bölgemde oluşan parlama için kullanacağım. Tecrübeyle sabit...
 
 
 
 
Warming Mineral Mask: Bu ürününü beğendim işte... Yüzünüze sürdüğünüz anda bir sıcaklık hissediyorsunuz. Kullandığım ilk an "Noluyoruz, bu ürün alerji falan mı yaptı bana nedir?" dedim, meğerse özelliği buymuş. Maske tüm cilt tipleri için önerilmiş zaten. Blue Corn'un askine bu ürün benim yanaklarımda yanma ya da gerilme hissi bırakmadı. Ancak dürüst olmak gerekirse siyah noktalarla baş etme de onun kadar başarılı da olamadı. Kullandıktan sonra cildimi pürüzsüzleştirdiğini de fark ettim. Eh daha ne olsun...       

Ben warming mineral maskı haftada bir kullanıyorum ama blue cornu canım ne zaman isterse şeklindeye dönüştürdüm. Malum benim cildim için her zaman uygun bir ürün değil. Önerir miyim? Eğer kampanya dönemine denk geldiyseniz ve bahsettiğim cilt yapısına sahipseniz bir şans verebilirsiniz. Yoksa özellikle birer tane edinin diyemem...

Peki, siz bu maskeleri daha önce kullandınız mı? Önerileriniz neler?

23 Aralık 2012 Pazar

IOPE: Moisture Skin Cleansing Oil {Makyaj Temizleme Yağı}



Kullandığım DHC Cleansing Oilden sonra kendi kendime bundan sonra makyaj dolabımda mutlaka bir makyaj temizleme yağı bulunduracaksın demiştim. Temizleme yağları kolay uygulanması ve zahmetsiz olması nedeniyle artık benim vazgeçilmezlerim arasında... Bu üründen sonra bir temizleme yağı daha var sırada... Yalnız o batılı bir markanın...

IOPE, Kore markaları arasında favorilerim arasındaydı... İlk edindiğim ürünlerinden birisi de tabi ki bu temizleyicisi oldu. Kuru cilde yönelik bir ürün bu... Yağlı cilde sahip olanlarda kullanabilir bana göre ama sonrasında kesinlikle jel ya da köpük tarzı bir ürün kullanmalarını tavsiye ederim. Nedenini de açıklayacağım.

 
 
Ürün 180mllik dev, klasik pompalı bir şişede geliyor. İki pompa tüm makyajınızı kusursuz temizlemeye yetiyor. Cildinizi kurutmuyor, tahriş etmiyor. Kuru cilde sahip olanlar için gözü kapalı önereceğim bir ürün bu... Ben üşenmediğim günlerde bir de jel tarzı bir ürünle yüzümü tekrardan yıkadım. Ancak edindiğim deneyime bakarak bunu alışkanlık haline getirsem daha iyi olacakmış. Çünkü buraya geldiğimden beri -yaklaşık 7 aydır- makyajımı sürekli bu tarz yağlarla çıkartıyorum. O jel kullanmadığım günlerin getirisi yüzümde pırtlayan birkaç tane yağ bezesi olarak geri döndü. O nedenle siz siz olun bence bu ürünlerden sonra yüzünüzü tekrardan temizleyin derim. Tecrübeyle sabit... Neyse bu temizleme yağıyla ilgili birkaç noktaya değinmem lazım...
 
Birincisi kokusu... Sevemedim kokusunu... Tamam temizleme yağları genel olarak kokulu oluyor zaten ama bunun içine ekstra birşeyler katmışlar sanırım. Bana olması gerekenden daha yoğun bir kokusu varmış gibi geldi ki kozmetik ürünlerinde koku açısından çok takıntım yoktur.
 
İkincisi ise bu temizleme yağını ben göz çevresi için önermiyorum. Gerçi açıklama kısmında ayrıntılı bir yazı yoktu ama DHC'yi göz çevrem içinde kullanmış ve memnun kalmıştım. Ancak bu ürün ondan daha farklı bir yapıda sanırım ya da benim gözlerim çok hassas. Çünkü kullandıktan sonra gözlerimde yanma ve kızarmaya sebep oldu. O nedenle sadece yüz makyajınızı temizlemek için kullanın derim.
 
Bunların dışında markaya haksızlık etmek istemem. Bu temizleme yağını genel olarak beğendim ben. Üstte belirttiğim iki neden olmasa daha da beğenirdim. Neyse size önerebilirim ama bir daha alıp kullanacağımı sanmıyorum. Çünkü piyasadaki diğer temizleme yağlarına göre hem biraz daha pahalı -5 ya da 6 dolar- hem de daha denemek istediğim bir sürü markanın temizleme yağları mevcut..
 
 Peki, siz temizleme yağları hakkında ne düşünüyorsunuz?
 
 
 Bir sonraki yazı Body Shop'tan aldığım iki maske hakkında olacak.
Beklemede kalın...
  
 
 

21 Aralık 2012 Cuma

Laneige: Water Sleeping Pack + Purify-Tox Boosting Essence

 
 
 
Ne zamandan beri denediğim yeni cilt bakım ürünlerinden beni bu kadar heyecanlandıran olmamıştı. Guzzi Bacım aylar öncesinden bize bu ürünleri tanıtmıştı ve ben Amerika'ya gelir gelmez hemen sipariş vermiştim. Kullanmaya başlayalı aylar oldu ama fırsat bulup bir türlü ayrıntılı yorumumu yazamamıştım. Gerçi cilt bakım ürünü olduğu için bir ürün hakkında en erken yorumumu en az 1 ay sonunda yapabiliyorum. O nedenle bu süre içinde iki ürünü de fazlasıyla test etme imkanı buldum.
 
Blogumu takip edenlerin genel olarak bildiği üzere kuru bir cildim var. Yaz aylarında alın bölgemde hafif bir parlama ve banyodan sonrasında elmacık kemiklerimin üzerinde hafif bir gerilme hissetsem de genel olarak cilt bakımında tercih ettiğim ürünler pek değişmez. Kuru cilde yönelik ne varsa elimi atmışımdır. Guzzi Bacım bu ürünleri yazdığında "Aha!" dedim kesin denemeliyim bunları. Zira hem kullanım kolaylığı hem de fiyatlarının uygunluğu ile ben de artı bir puan kazanmıştı.
 
 
 


Laneige Water Sleeping Pack: Buna benzer bir ürün daha önce kullanmıştım. O da Skin79'a aitti ama daha çok jel bir yapısı vardı. Bu ürün daha akışkan, elinize aldığınızda eriyip gidiyor. 80 ml ürünü 6 aydır düzenli kullanmama rağmen 3'te 1'ini ancak bitirebildim. O kadar da bereketli bir ürün... Haftada 2 ya da 3 kez banyodan çıktıktan sonra bu ürünü uyguluyorum. Hemen emiliyor, yüzünüze bir şey sürmüş gibi hissetmiyorsunuz. Ardından başka bir şey kullanmıyorum. Kozmetik ürünlerinde koku sevmeyenler için bir eksi olarak hafif bir kokusu var. Ben rahatsız olmadım gerçi. Çok ağır olmadıktan sonra hafif çiçek kokusu benim hoşuma bile gidiyor.

Bu ürünü kullanmaya başladıktan sonra kullandığım kremleri de avuç avuç yüzüme sürmeme gerek kalmadı. O nedenle bir yandan da tasarruf etmiş oldum. Bu ürünün ayrıca ileriki yaşlar için olan çeşitleri var. Anneciğim için alacağım hediye şimdiden belli anlayacağınız. Tabi işin bir de ekonomik boyutu var... Ben genelde ebay'deki Koreli satıcıları tercih ettiğim için bu ürünü uygun fiyata, üstelik hediye samplelarıyla birlikte aldım. Son yaptığım kontrollerde ürünün çeşitine göre kutusu 25 ile 35 dolar arasında değişiyor. Bence bu kalite ve kullanım süresine göre karşılığını kesinlikle alacağınız bir ürün. Kendinize almıyorsanız bile hediye edin sevdiğiniz birisine. Kesinlikle memnun kalacaktır. O kadar da eminim bundan.




Laneige Purify-Tox Boosting Essence. Açık konuşayım Uzak Doğulular'ın essence ile aralarındaki mesele nedir anlayabilmiş biri değildim ta ki bu ürünü düzenli kullanmaya başlayana kadar. Yaptığım alışverişlerde gönderilen birkaç kutu essence sampleını kullanmıştım ama düzensiz kullandığım için ne için tam olarak işe yaradığını anlayamamıştım haliyle. Fondöten değil ki bu bir-iki sürüşte cildinizin rengine, yapısına uygun olduğunu anlayabilesiniz... Neyse bu ürünü düzenli kullanmaya başladıktan sonra fark ettim ki essence denen olay, yüzünüzdeki renk düzensizliklerini azaltmaya yardımcı bir ürünmüş. En azından ben öyle bir durum sezinledim. Ayrıca cildinizi çok güzel nemlendirmesi de cabası...

Cildimde ilgili çok büyük bir sorunum yok ama sabah kalktığım zaman renk düzensizliklerinden dolayı bazen aynaya bakıp kalıyordum. Yanaklar kızarmış, bir taraf solgun bir taraf gölgelenmiş. O nedenle kullandığım fondötenlerde hep renk düzensizliklerini azaltan ürünlerden oluşuyor. Bakınız: MUFE HD serisi...(Yakında onun içinde bir yazı yazacağım.) Bu ürünü kullanmaya başladıktan sonra yüzüme MAC'in MSF'lerinden birini pudra fırçasıyla geçip dışarı çıkıyorum. O kadar... Ayrıca bu ürünün başka bir işe daha yarayabileceğini keşfetmiş bulunuyorum. Ten makyajınızdan önce kullandığınız takdirde hem nemlendirici, hem de bir nevi baz görevi görmüş oluyor. Bu üründen önce aldığım MUFE'nin Elixir'ını bu üründen sonra bir kenara koymuş durumdayım. Gerçi yağlı ciltlerde bu işe yarar mı onu deneyip görmek gerekir. Benim cildim kuru olduğu için nemlendirici namına ne sürsem tutuyor.

Essencein sevmediğim tek yanı var o da kokusu... Ağır bir kokusu yok elbette ama daha çiçeksi bir kokusu olsa daha çok hoşuma giderdi. Onu da görmezden geliyorum artık... Gelelim fiyat kısmına... Ebay'de satıcısına göre 30 ile 40 dolar arasında bir bedeli var bu ürünün. 80 mllik gramajına göre değecek bir rakam...

Ben kısaca bu iki üründen de memnun kaldım. O nedenle gitmeden anneciğime de yaşına uygun olanlardan alacağım. Umarım sizler de bir gün deneme şansı bulursunuz.

Peki, ürünleri daha önce deneyenler, benim belirtiklerim dışında faydalarını gördünüz mü?  


Bir sonraki yazı IOPE Cleansing Oil olacak... İyi hafta sonları...

19 Aralık 2012 Çarşamba

San Francisco - Volume III



San Francisco gezimize bir süre ara vermiştim. Zaten bu yazımda serinin sonuncusu... Bundan sonra bu geziyle alakalı bir post daha atmayı düşünüyorum. O da yol üzerinde durakladığımız yerlerle alakalı...

San Francisco'ya gitmişken Golden Gate Köprüsü'ne uğramazsak olmazdı. Gerçi hava muhalefeti nedeniyle köprünün yarısını göremedik ama olsun. Sonuç olarak birkaç resim çekmeyi başardım.



Başka ünlü bir durak olan Fisherman's Wharf'a mutlaka uğrayın. Benim yengeçle aram yok ama bizim Konya'nın ünlü çorbası gibi altı ekmekten oluşan bir yengeç çorbası servis ediliyor burada. Mekan bana biraz da İstanbul-Eminönü'nü hatırlattı. Bizim ekmek arası balık yapan satıcılar falan... Bu nedenle San Francisco bana bir yönüyle İstanbul'u anımsattı ama onun yanına yaklaşamaz tabi ki...




Bir de bu dükkan vardı limanda. Millet önünde bir kalabalık oluşturmuş sanırsınız ki bedava bir şey dağıtılıyor. Biz de meraklanmıştık değişik bir şey göreceğiz diye... Meğersem bizim mantıcılardaki gibi birkaç kadın geçmiş tezgahın başına ekmek yapıyorlar. Ohooo dedim ben bunları kendi memleketimde her gün görüyorum. Siz bakın anacım bana eyvallah deyip ayrıldım mekandan...




Bu savaş gemisi de İkinci Dünya Savaşı'ndan kalmış. Kaybettikleri askerlerin resimlerini falan koymuşlar. Turistler resim falan çekiyorlardı. Benim Çinli arkadaşlarda "Bu kadar mı asker kaybetmişler? Püfff!" şeklinde söyleniyorlardı. Haklılar tabi...




Son olarak şov yapan akrobatlar... Baya merak uyandırdıkları kesin... Uğrayacağımız bir sürü yer olduğu için biz durup izlemedik ama şu görüntüyü yakalamayı başardım.

Ssan Francisco gezisi umduğumdan daha güzel geçmişti. Her ne kadar Çince konuşmalar sırasında biraz sıkılsam da fotoğraf çek, etrafı incele derken zaman nasıl geçti anlamamıştım. Umarım siz de bir gün bu şehri görme fırsatı bulursunuz. Benim gezdiğim büyük şehirler arasında -New York, Los Angeles, Boston- en sevdiğim San Francisco oldu. Ne diyelim? Darısı diğer görmediğim şehirlerin başına...

6 Aralık 2012 Perşembe

Uluslararası İlişkiler III {Türk Kızları Güzel Mi?}



Konunun aslı şuradan geliyor canlar...

Bir de bu var...

Yazdığım makalelerimden bunaldığım bir akşam Google Amca'nın beni nerelere sürükleyebileceğine şahit oldum. Malumunuz biz bloggerlar olarak en fazla gülüp eğlendiğimiz mevzu "Blog İstatistikleri" başlığı... O başlıkta neler neler gördüğüme bazen inanamıyordum. Beni bu mevzu hakkında yazmaya itense buraya geldiğimden beri karşılaştığım muhabbetler...

İngilizcesi olmayanlar ya da bütün bir yazıyı ve yorumları okumaya üşenenler için kısa bir özet geçeyim. İlk yazıda yabancı bir abimiz Türk kızlarının özelliklerini sıralamış ve altına Türk ya da yabancı bir sürü okuyucu yorum yapmış. Bu yorumların ortak özelliği ise yabancı yorumcuların Türk kızlarını genel itibari ile çok güzel ve çekici buldukları, Türk erkeklerinin ise onlardan daha farklı görüşte oldukları yönünde... (Sanırsınız ki hepsi Kıvanç Tatlıtuğ ya da Çağatay Ulusoy anasını satıyım...) İkinci yazı ise yine yabancı bir abimiz tarafından sorulmuş "Türk kızları güzel mi? " diye... Bunları gördükten sonra durur muyum, kısa bir Google turunun ardından Türk kızlarıyla ilgili yorumların atıldığı bir sürü konu başlığı bulmam zor olmadı tabi ki...



Malum bizim ülkemizde hangi ülke kızların meşhur olduğu ya da hangilerinin ucuzluğundan bahsedildiğini hepimiz az çok biliyoruzdur. Açıkçası buraya gelene kadar -ya da daha basite indirgersem şu yukarıdaki başlığı Google'da aratana kadar- ben de Türk kızlarının dünya çapında bu kadar ünlü olduğunu bilmiyordum. Vallahi ne canlar yakmışız da haberimiz yokmuş... Buradan yola çıkıp da koskoca dünya güzelimiz var, Azra Akın gibi saçma salak tespitlerde bulunanlar olabilir ki kendilerine söyleyeceğim Hindistan'ın da bir sürü dünya güzeli var ama ben yüzüne bakılacak tek Hintli görmüş değilimdir ki altı ay boyunca Hint mahallesinde yaşadım. Tek tük her ülkeden çıkıyor yani...

Neyse girizgahı yaptıktan sonra gelelim asıl mevzuya... Amerika'da yaşıyorsanız ve özellikle de bir dil okulundaysanız etrafınızda her milletten insanı görmek mümkün. Üstelik sosyal ortamınızda oldukça genişse garip tesadüfler içinde buluyorsunuz kendinizi... Hal böyle olunca tespitlerinizde uluslararası düzeye taşınıveriyor birden bire... Uzak Doğu'sundan Latin Amerika'sına kadar geniş bir yelpaze sizi bekliyor...

Bir gün Japon bir sınıf arkadaşım yüzümün on santimetre kadar ötesine yaklaşıp, gözümün içine odaklanmış şekilde "Türk kızları çok güzel yaaaa..." şeklinde bir inilti koparmıştı. Bunu söyleyen bir kız, üstelik güzel de birisi olunca insan kendisiyle ve milletiyle övünmüyor değil ki bana sorsalar ortalama bir Türk kızı ne kadar güzelse ben de o kadar güzelimdir. Amacım kendimi övmek falan değil maksat komedi olsun. Hem de birkaç itirafta bulunayım, kendimden bahsedip sizlerle yakınlaşayım istedim. Gülelim bu arada merak eden cancağızlarım varsa onların da merakını gidereyim. Buraya geleli neredeyse 7 ay olacak. Kimine göre kısa, kimine göre uzun olsa da belirli milletlerden azımsanmayacak kadar insan tanıdım. Bu nedenle yazıyı okurken ön yargılı olmayın lütfen...




1- Türk kızları Araplar'ın favorisi... Kimileri bu durumdan hoşlanmasa da fazladan birkaç hayran bence göz çıkarmaz. Türk olduğunuzu öğrendikleri anda bir ikram, bir iltifat sormayın gitsin. Vallahi kendinizi Mısır'a davet edilmiş Beren Saat gibi hissediyorsunuz. Kuveytliler de sanırım bu kategoriye girebilir.

Bir gün yemeğe gideceğiniz mekanı ve yemeği siz seçmişsinizdir. Haliyle karşınızdaki kişinin hoşlanıp hoşlanmayacağından emin değilsinizdir ve bu benim gibi bir bünyeyi fazlasıyla rahatsız etmektedir. Derken bunu dile getirirsiniz ama gelen cevap fazlasıyla samimidir.

Peri: It is my favorite and I hope you like it.  (Bu benim favorim, umarım beğenirsin. )
Boy: I like everything that you like... (Senin beğendiğin her şeyi beğenirim.)
Peri: ?!?!?!?!?

2- Japonlar da az değil hani... Hele ki ülkeleri hakkında biraz ilgiliyseniz tamamdır. İki ülke çok uzak olduğundan mıdır, Türk kızlarını sıcak bulduklarından mıdır nedir bilinmez Japon erkek arkadaş edinme olasılığınız çok yüksek... Gerçi sürekli içine kapanık, duygularını saklayan bir Japon'la, benim gibi sevdiceğinin ne düşündüğüyle fazlasıyla ilgili bir Türk kızı nasıl olur bilmiyorum ama kişiden kişiye değişir bu durum.



Sıkıldığınız bir partiden sonra sizi evinize bırakan Japon'a fazlasıyla gıcık olmuşsunuzdur. (Madem sinir oldun ne işin var elin arabasında dediğinizi duyar gibiyim. Arkadaş kurbanı oldum aaa dostlar...) Onu sinir etmek için ne yapsam diye düşünürken aklınıza Japonlar'ın fazlasıyla kibar olması gelir. siz ne söylerseniz söyleyin yarabbi şükür deyip, susup oturacaktır yerine.

Peri: Ben genelde Japonları severim ama sen Japon gibi değilsin. Daha çok Amerikalı gibisin.
Boy. Gerçekten mi? Bu çok güzel bir iltifat. Teşekkürler... Dürüstlüğün çok hoşuma gitti.
Peri: !?!?!?! (Tabi Peri hemen öyle vaz geçer mi?)
Peri: Siz Japonlar hayır demeyi bilmiyorsunuz. Bu da benim işime geliyor. Bir şey istediğim zaman hep yerine getiriyorlar.
Boy: Açıkçası ben hayır diyebilirim. 5 senedir burada yaşıyorum.
Peri: Beni eve bırakmak zorunda değildin mesela. Sırf kibar olduğunuz için yapıyorsunuz. Ben de yalan yok.

Çocuk en sonunda benimle baş edemeyeceğini anlayıp sustu ama peşimi de bırakmadı desem. Ben de bu kadar hakarete rağmen hala benimle görüşmek istiyorsa vardır bir hinlik, dur bakayım diyerek araştırmacı kişiliğimle görüşme teklifini kabul ettim. (Ne yapıyorsam sizin için zaten, bir gün kim vurduya gideceğim.) Aynı zamanda sonradan öğrendim ki, bizim elemanın en yakın arkadaşı da Türk kız arkadaş istiyormuş. Vallahi ne kadar ünlüymüşüz yahu... İşin doğrusu sadece Türk kızları değil burada tanıştığım Türk erkeklerinden de Japon kızlarla çıkanlar azımsanmayacak kadar fazla... Anlayacağınız Japon kızları In! - Rus kızları Out!



3- Siyahiler...  Bir yerde Türk kızlarının siyahi fantazisi var gibi bir yazı okumuştum. Yalan ayol yalan. Siyahilerin Türk kızı fantazileri varmış da bizim haberimiz yokmuş. Türk kızlarını bu arkadaşlar da keşfetmişler. İnanmıyorsanız size iki örnek birden vereyim.

Amerika'ya ilk geldiğim zamanlar ki -bir beş sene öncesine tekabül ediyor- çalıştığım departmanda, ilk gün 190lık zenci bir abimiz yemek teklifinde bulunmuştu. Ben saf garibim de "So what?" şeklinde kalmıştım tabi ki, kendisi o dönemde bana asılan tek siyahi şahısta değildi ama pek sallamadığımı itiraf etmeliyim. Çok küçükmüşüz o zamanlar... Cahillik kötü şey... Diğer örnek ise ev sahibem... Şekerden tatlı doğal sarışın Türk ev sahibemin eşi bir siyahi ve çok tatlı birisi... Siyahiler iyi, hoş, eğlenceli insanlar ama favorim değiller ne yazık ki yav...

4- Latinler... Amerika'da azımsanmayak bir grubu oluşturan Latinler, biz Türkler'i kendilerine yakın hissediyorlar. Malumunuz Akdeniz insanı olmanın verdiği bir özellik olan sıcak kanlı olma potansiyelimiz Latinler'in dikkatini çeken ilk özellik... Diğer hususta eğer benim gibi buğday-esmer ve Latin kadınlarını andıran bir vücuda ve saçlara sahipseniz, Taco Bell'de, Macy's de, olur olmadık saçma sapan yerlerde sizinle İspanyolca konuşmaya başlayıp tanışmak isteyen insanlar olacaktır. Başlarda bu durum canımı sıksa da (Ne yani ten rengi biraz koyu olan herkes İspanyolca konuşmak zorunda mı?) yeni bulunduğunuz bir ortama ısınmada ve arkadaş edinmede en kolay yol bence...

Şimdilik dikkatimi çeken en belirgin gruplar bunlar. "Eee, hani Peri hiç Avrupalı göremedik. Yoksa bizi beğenmiyorlar mı?" dediğinizi duyar gibiyim. Açıkçası Avrupa takımı ilgi alanım olmadığı için genelde onlarla pek aynı ortamlarda bulunmuyorum. O nedenle bir grup açacak kadar deneyim yaşamadım. Ancak merakınızı gidermek adına iki örnek vereyim, o da Türk kızlarının genelde düşkün olduğu bir ülke olan Fransa'dan... Bunlardan biri yine bir siyahi olan ve bana en az beş kere hafta sonları boş vaktimi soran bir arkadaşımın arkadaşı, diğeri ise kız arkadaşı olmasına rağmen beni her gördüğünde kaba bir tabir olacak ama yiyecekmiş gibi bakan ve konuşmak için fırsat kollayan ve ben de suratına geçirme hissini uyandıran iri yarı çocuk... Eşantiyon olarak da Türk ev arkadaşımın Türkiye'deyken 8 ay kadar birlikte olduğu Fransız bir erkek arkadaşı varmış.  

Buraya kadar yazıyı okuyup bitirdiyseniz bravo vallahi... Bu mevzu hakkında daha neler neler çıkar önüme benim ama çok da uzatmak istemiyorum. Peki, sizin böyle yaşadığınız deneyimleriniz var mı?

Karikatürler Alıntıdır...

24 Kasım 2012 Cumartesi

Bitti... Bitti... {13}



Bu ay bitirdiğim ürünlerin fazlalığı beni bile şaşırttı. Biriktirmenin sonucu ancak iki resime sığdırabildim. İlk olarak söyleyebileceğim blogumda tanıtmadığım yeni ürünler göreceksiniz. Eğer sorunuz olursa yorum kısmından sorabilirsiniz.

Secret Koltuk Altı Deodorantı: Buraya geldiğimden beri doğru düzgün koltuk altı deodorantı bulamamıştım. Target'ta standlar arasında sızlana sızlana dolanırken görevli bayan bana bu markayı tavsiye etti. İlkini bitirdim ikinciye başladım. Ter kokusunu engelliyor, kıyafetlerinizde beyaz lekeler bırakmıyor. Kaşıntı v.b. şikayetler yaratmıyor.

Mane'n Tail At Şampuanı: Evet o gördüğünüz koca şişe at şampuanı... Eski ev arkadaşımın tavsiyesi üzerine almıştım. Penelope Cruz gibi Hollywood ünlülerinin de at şampuanı kullandığını okumuşsunuzdur belki. Şampuan ne işe mi yarıyor? Saçlarınızı güçlendiriyor, parlaklık veriyor, dökülmeleri azaltıyor. Düzenli kullanımda daha fazla yararını göreceğimi düşünüyorum. Üstelik bu dev gibi şişenin fiyatı da gayet uygun. 10 doları geçmeyen bir rakama satın almıştım. Bu ara başka bir şampuan kullanıyorum. Bu şampuanın ayrıntılı yazısını tekrar başlarsam yayınlarım.

Aussie Confidently Clean Şampuan: Bu şampuanı da yine eski ev arkadaşım tavsiye etmişti. Bu da uygun fiyatlı bir ürün... Benim sevdiğim en güzel yanı kokusu oldu. Onun dışında tek şişe bitirdiğim için çok fazla yorum yapmam mümkün değil. At şampuanıyla birlikte ara sıra bu şampuanı kullandım. Malum sürekli at şampuanı kullanmak saçınızı yorabilir. Onun dışında bu seriye devam etmek istiyorum.

Lemon&Olive Bath Shower:  Markanın ismini unuttum ama çok da önemi yok. Buradaki bir mağazada indirimden aldığım duş jeli... Limon ve zeytinyağı aroması vardı ve duştan çıktıktan sonra cildimin yumuşadığını fark ettim. Gramajı düşük olsa da memnun kaldığım bir üründü.

Body Shop Gül Aromalı El Kremi: Geçen ayki favorilerimde bu ürün mevcuttu zaten. El kremi bana dayanmadığı için bunu da bitirmem fazla zamanımı almadı. Bir daha indirim olursa alırım sanırım. Yoksa 20 dolar bu ürün için fazla bir rakam.




L'oreal Volumious Rimel: Geçen ayki favorilerimde olan bir rimel... Elimdeki rimeli bitireyim tekrar alacağım.

Diadermine Kuru Ciltler İçin Yüz Kremi: Türkiye'deyken kullandığım tüm yabancı marka cilt bakım ürünlerini anneme bırakırken Türkiye'de satışı olan markalardan birkaç tanesini bavula atıp gelmiştim. Bu kremde onlardan biriydi. Eğer Loreal'in kuru ciltler için olan kremini kullanıp memnun kaldıysanız bu üründen daha fazla memnun kalırsınız.

IOPE Moisture Intense Cilt Bakımı Seti: Bu seti zaten şurada detaylı anlatmıştım. Ebay'den başka bir alışverişim sırasında hediye gönderildi bu set bana. Memnun kaldığım bir ürün zaten.

Mamonde Aqua Fresh Moisture Cilt Bakımı Seti: Bu seti aslında detaylı anlatmam gerekir ama kullanıp bitireli bayağı oldu. Taşınırken bavulda kalmış unutmuşum neyse ki sizlere gösterme imkanım oldu. Genel bir açıklama yapacak olursam bu seri isminin hakkını veriyor. Cildinizi güzel nemlendiriyor. Üstelik tam set kullandığınız için daha etkili sonuç alıyorsunuz. Ben özellikle göz kremini çok beğenmiştim. Belki elimdeki göz kremi bitince tam boyunu alabilirim.

21 Kasım 2012 Çarşamba

Peri İçin Doğum Günü Zamanı



Daha Cadılar Bayramı kutlamalarını atlatamadan bir başka kutlama içinde buldum kendimi. Kasımın ilk haftası olan doğum günümü de Amerika'da kutlamak kısmetmiş. Hava atmak gibi olmasın ama aileden uzakta da olsa güzel bir doğum günü geçirdim. Aslında doğum günlerine çok fazla düşkün bir insan değilimdir -yani kutlarım, sonuçta senede bir kere olan bir şey ama ölüp bitecek halimde yok- ama insan uzakta olunca böyle oluyor demek ki... Çünkü bu sene nedense bulunduğum ortam dolayısıyla -arkadaşlar, öğretmenler v.s.- kutlamaların biri bitip diğeri başladı. O nedenle bir 10 gün kadar doğum günü modundan çıkamadım haliyle.




Doğum günüm benim için bir o kadar yorucu hem de güzel geçti. Bütün gün gezip dolaştıktan sonra akşam için hazrlandım. Birkaç arkadaşımla birlikte İtalyan restoranına gittik. Benim favori mekanım olduğu için doğum günü kızı olarak yeri de ben seçtim. Ancak her şey beklediğimden daha da güzeldi. Yemekler, kutlamamız, ortam, hiçbirini unutmam mümkün değil.




Arkadaşlarımla ne zaman gitsem bizim masayla ilgilenen İtalyan abimiz bize bu sarımsaklı ekmekleri ikram olarak getirdi. Amerika'da doğum günü kutlamak gerçekten çok eğlenceli... Kasiyerinden, garsonuna, öğretmenine kadar sizi kutluyorlar. Ne yapacağınızı, doğum gününüzü nasıl geçireceğinizi soruyor, tavsiyede bulunuyorlar. Üstelik gittiğiniz her yerde mutlaka ufak hediyeler alıyorsunuz.




Bunlar da Çinli arkadaşımın benim için aldığı kekler... Mumları kendim seçmiştim ama o kızcağız da tesadüf eseri dört tane kek almış. Biz de o akşam yine dört kişiydik. "4" sanırım bu sene benim uğurlu sayım...




Bu da Meksikalı garsonun bana hediyesi... Tiramisuyu zaten çok severim. Benim için ayrı bir güzellik olmuştu doğrusu...




Sınıfımdaki Koreli bir arkadaşım, doğum günümü öğrenince bana bu şirin hediyeyi hazırlamış. Nasıl sevindim anlatamam. Malumunuz benim kozmetik manyaklığımın sonu yok. Üstelik Kore kozmetiğiyse tamam zaten... Olay bitmiştir.




Bu da paketten çıkanlar... İçinde ayak terapi setinden, gece maskesine, göz kremine her şey var. Daha kullanmaya fırsatım olmadı. Çok merak ediyorum doğrusu...  O kurabiye adam da Arap sınıf arkadaşımın jesti... Kızcağız doğum günüm olduğunu öğrenince ilk bulduğu yerden bunu kapıp gelmiş. Yemeye kıyamadım bir süre... Daha yarısından çoğu dolapta bekliyor.


 
 
Kendime doğum günü hediyem de uzun zamandan beri istediğim Makeup Forever'ın HD fondöteni oldu. Sephora'dan aldığım fondötenin yanında doğum günü hediyesi olarak Fresh'in dudak terapi setini verdiler. O şişedeki spreyde Bulgar ev arkadaşımın hediyesi... Malum burada gül suyu bulmak eziyet. O da bana bu armağanı layık görmüş. Bayağı işime yarayacak.  
 
Bir yaşımın başlangıcını da böylece atmış oldum. En kötü günüm böyle olsun deyip geçiyorum artık...Umarım bu sene bana öncekinden daha uğurlu gelir. 
 


16 Kasım 2012 Cuma

Amerika'da Cadılar Bayramı {Halloween}



Şaşırdınız değil mi? Eh blogu yazmaya başlayalı 2 sene oldu ama ben bir resmimi bile paylaşmamışım. Ama bu resmi okulda bir hocam benden habersiz çekmiş, beceriksizce kabak oymaya çalışan bir Peri... Dayanamadım sizlere de göstermek istedim.


Malumunuz ekimin son haftası Amerika'da Cadılar Bayramı'ydı. Dünya üzerinde hiçbir ülkede Cadılar Bayramı'nın bu kadar heyecanla beklendiği ve genci, yaşlısı eğlendiği bir ülke daha yoktur. Sokaklar, mağazalar cıvıl cıvıl, insanlarda bir kostüm seçme telaşı, her an sorulan bir "Cadılar Bayramı gecesi ne yapacaksın?" sorusu... Sona doğru biraz bıkkınlık verse de insan keşke biz de bayramlarımızı böyle kutlayabilsek diye geçiriyor. 




Cadılar Bayramı'nda her yer gerçekten bayrama özel süslenir. Bu bizim okuldan bir görüntü... Son gün deyim yerindeyse boş duvar göremedim etrafta... Korkutucu bir o kadar da eğlenceliydi.

 
 
Öğretmeninden tutun da, genel direktörüne kadar herkes kostüm ya da en azından maske takmıştı... Yukarıdaki resimdeki arkadaş da benim Tayvanlı sınıf arkadaşım... Bizde ki gibi eli belinde herkese yukarıdan bakan öğretmenler ya da yöneticiler yok Amerika'da. En azından benim okulumda yok. O gün anladım bunu. 60 küsür yaşı geçmiş genel koordinatörün Rapunzel kılığına girdiğini söylesem ne dersiniz? Hocalarımdan biri vampir, diğeri de domuz kılığına girmişti.
 
 
 
O gün çok sevgili hocam bize nasıl kabak oyulacağını gösterdi. Hayatımda ilk defa kabak oyacağım için görmemiş gibi -ki aslında benim için doğru bir tabir bu- hemen kuruldum en ön masaya. Hocam da bana verdi hangi şekli seçme görevini. Kendisi 8-10 tane kabak, bir sürü kesme aleti ve birkaç tane de şekil içeren kitapçık getirmiş. Ben kolay olması ve fazla vakit almaması için üstteki vampirmizi seçtim.  



Buradaki oyulmak için yetiştirilen kabaklar bizimkilerden çok farklı. Bir kere renkleri çok canlı ve kabukları da çok ince... Keserken hemen elinize geliyor. Bu nedenle çok kesici olmayan özel aletler üretmişler. Hani çocuklar da kullanabilsin, bir yerlerini de kesmesinler kazara diye...




Bu da kabağımızın son hali... Öğretmenime söyleyip bu şahesere el koydum. Ders bittikten sonra ana bina da olan partiye katıldık ve bendeniz hayatımda ilk defa kabak oydum. Tabi başkaları da vardı. Kolay olması açısından en basitlerden birini seçtim.




En soldaki şahıs benim kabağım oluyor... Şaheserimi(!) sınıfta dalga konusu olmuş bir çocuk var, ona verdim. Başta inanmadı, şaka yapıyorum falan sandı. Dedim "Sana veriyorum. Benim çoktan bir tane bal kabağım oldu." Bir de üstüne şaka olsun diye "Yaparken içine kalbimi koydum." dedim. Başta anlamadım ama sonra gülmeye başladı. Bana diyor ki "Bunu evimde özenle saklayacağım." Valla oyulan kabağın kaç gün dayanacağı ortada. Ben de en azından Cadılar Bayramı da olsa bayram değil mi sevaba girdin işte Peri derken buldum kendimi...  
 

 
 
Bunlarda diğer kabaklar... İtiraf ediyorum, kabağım dereceye giremedi ama garip bir deneyimdi benim için. bana küçükken şeker topladığımız bayramları hatırlattı nedense. Çocuk oldum birkaç saatliğine...   
 
 


Bunlarda markete gittiğimde karşılaştığım kabak tezgahı... O kadar büyük kabakları nasıl oydukları hala muamma benim için...


 

Son olarak akşam evimin balkonuna koyduğum bal kabağım... Güzel bir görüntü olmuştu ama ancak bir-iki gün dayanabildi. Son gün benim için gerçekten çok eğlenceli geçti. Tarot falına baktırdım. Birbirinden ilginç ve çılgın kostümler giyen öğrencileri izledim. Öğretmenlerin ne kadar eğlenceli olabileceğine şahit oldum. Bir daha ne zaman yaşarım böyle bir gün daha bilmiyorum.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...