29 Temmuz 2011 Cuma

Delice Bir HP Fanfiction: Tom/Hermione

Harry Potter dünyasına aşina olanlar bu yazıyı gördüğünde yok artık diyeceklerdir eminim. Ancak fanfiction yani hayran hikayelerini duyduysanız ya da çok az da olsa bir bilgiye sahipseniz bunun mümkün olacağını biliyorsunuzdur. Hayran hikayesi yazarları sizin okuduğunuz ya da izlediğiniz bütün karakterleri, dostsa düşman, düşmansa dost ya da daha da ötesi sevgili yapabilirler.

Harry Potter evreni ise bundan en fazla nasibini alanlardandır. Draco ve Herm sevgili olabilirler, Ron Pansy'e asılabilir ya da Harry azılı düşmanıyla dost olmuştur gibi... En zorlarından biri ise namı diğer Karanlık Lord Voldemort'u aşık edebilmektir.

HP ile ilgili birkaç hikayem olmuştu. Burada da daha önce yayınladım. Tom/Hermione çifti ise benim doruk noktamdı sanırım. Hikayeyi uzun soluklu düşünmüştüm ancak okul, sonra iş dünyası falan uzadı gitti. Ancak unutulup gitmesindense en azından blogumda bir bölümünü vermek istedim. Eğer Hortkuluk Avcisi ve geçen sene kapatılan Harry Potter Cafe'de üyeliğiniz varsa mutlaka görmüşsünüzdür. Keyifli okumalar... (Afişi hazırlayan MisSGuard'a sonsuz teşekkürlerle...)



KAYIP ZAMAN

1. Bölüm: Ulaşılamayan Esir


Kara saçları saçak saçak, gözleri az önce bir ruh emici görmüş gibi yerinden uğramış ama korkudan daha çok yemini almış olan bir hayvanın açlığını ve memnuniyetini taşıyan kadın taş duvarlar boyunca ilerledi. Efendisi az ileride her zaman kurulduğu şöminenin önündeki koltuğunda büyük bir azametle oturuyordu. Beyaz yüzünde hiçbir ifade, hiçbir duygu belirtisi yoktu. Onda yaşıyor belirtisi gösterdiği düşünülen tek şey bir yılanın yarık şeklindeki burnundan aldığı kesik kesik nefeslerdi. Kırmızı gözleri önündeki ateşin de etkisiyle iyice kan rengini almış ama yüzü yaşama belirtisini gibi kireç gibi iyice beyazlamıştı. Yanındaki bu dünyada adamlarından daha çok değer verdiği yılanı büyük bir azametle tıpkı az önce içeri giren cadı gibi önüne konan yemekten memnun sahibine aynı memnuniyeti göstermeye çalışıyordu.

Bellatrix Lestrange, savaşın önde gelenlerinden bugüne kadar birçok cinayet işlemiş, hala devam etmek için de elinde ne varsa vermeye hazır olan o ölüm yiyen gözlerindeki açlıkla efendisinin önünde neredeyse yere değecek bir şekilde diz çöktü. Karanlık Lord şöminenin her zaman üzerinde her zaman adamlarını izlediği o aynadan bakmaya bile cüret etmemişti. O da ne yaparsa yapsın ne kadar kendisine bağlı olursa olsun adamlarından biriydi ve öyle olmaya devam edecekti.

Lord Voldemort artık ne haberinin geleceğinden emin kan kırmızısı gözlerini kısarak karşısındaki aynadan kadına dikti. Bella efendisinin bakışlarının üzerine toplanmasından memnun pörtlek olan gözlerini büyük bir sevinçle iyice açmıştı.

—Görünüşe bakılırsa bana iyi haberlerin var Bella

Bellatrix Lestrange adının efendisi tarafından bu şekilde telaffuzundan memnun iyice gevşemişti. Şimdi vereceği haber değil efendisinin tepkisi ve ona ne şekilde bir ödül sunacağı daha önemliydi.

—Efendim emrettiğiniz üzere baskınlarımızı yaptık. Casuslarımızın verdiği bilgiler doğrultusunda-

“Sonuç Bellatrix” dedi Voldemort birden en sadık ölüm yiyeninin sözünü ağzına tıkarak. Bunun üzerine kara saçlı kadın gözleri hayal kırıklığı, biraz da az önceki yaptığı hatanın pişmanlığıyla dolu olarak efendisine dönerek konuşmaya devam etti:

 —Efendim istediğiniz adamları yakaladık. Şimdi aşağıdaki zindanda sorgulanmak için emrinizi bekliyorlar.

“Güzel!” dedi. Lord Voldemort yüzünde ancak bir canavarın taşıyabileceği bir ifadeyle Bella’yı süzdü. Genç kadın efendisini mutlu etmenin sarhoşluğunu yaşadığı şu anlarda söyleyecek kelime bulamamıştı. Sadece yüzünde canilik ve zaferin verdiği o ifadeyle ödülünü bekliyordu.

—Aferin Bella İyi iş çıkardın Bu nedenle onlarla ilgilenme görevini, sana veriyorum. Ödülünün tadını çıkar.

Belatrixt Lestrange yeminden aldığı paydan memnun ancak hala hiçbir şey söylemeden efendisine bakıyordu. Karanlık Lord onun bu halinden bir şeylerin olduğunu çoktan anlamıştı.

“Yoksa ödülünden memnun değil misin Bella?” dediğinde genç cadı büyük bir özür mırıldanarak yere kadar tekrar eğildi.

—Üzgünüm efendimiz. Küstahlığım için beni affedin. Ben- Sadece- Size vermek istediğim başka bir haber vardı. En önemlisi.

Karanlık Lord karşısındaki kadının her halinden yaptığından pişman olduğunu ancak buna rağmen onda hissettiği bir şeylerin aslında onu ne kadar memnun edeceğini anlamıştı. Bu kadar önemli olan haber neydi?  

—Konuş Bella Ancak çabuk ol. Bu her neyse daha fazla vakit kaybetmek istemiyorum.

“Tekrar özür dilerim efendimiz.” dedi genç cadı. “Onu, Bulanık’ı yakaladık.” dedi belli belirsiz bir sevinç nidasını zorlukla bastırmaya çalışırken.

—Efendim baskın yaptığımız yerlerden birinde tesadüfen bulunuyormuş bilgi almak için. Potter’ın en yakın arkadaşı artık elimizde efendim.

Genç cadı verdiğin haberin sarhoşluğuyla patlat gözlerini dikip artık efendisinin vereceği tepki için bekliyordu. Ancak buna rağmen hiçbir şey olmadı. Lord Voldemort, Karanlık Lord beklediği hiçbir şeyi yapmamıştı. Ne elindeki lokmanın büyüklüğü için bir sevinç hareketinde bulunmuş ne de başarısı için Bella’yı tebrik etmişti. Sadece, sadece koltuğunda oturmuş sanki çok sıradan bir haber almış gibi yılanının başını okşuyor karşısında harıl harıl yanan ateşi izliyordu.

Bellatrix Lestrange bunun karşısında neye uğradığını şaşırmış sadece efendisinin hiçbir ifade barındırmadığı yüzüne odaklanmıştı. Kimse hiç kimse Karanlık Lord’un ne yapacağını kestiremezdi ama Bella onu, bunca yıl emrinde çalıştığı efendisini biraz olsun tanıyorsa bu hiç de iyi şeylerin olmadığına bir işaretti. “ Efendim” dedi tekrar.

—Bırakın onunla ben ilgileneyim.

Bunun üzerine Karanlık Lord bu dünyayı karıştırmayı başaran tek kişi o heybetiyle ayağa kalktı. Ateşin karşısında şimdi daha da azametli görünüyordu. Yılanı Nagini bile bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. Bella gelecek tepkiyi beklerken elini yavaşça kalbine koydu. Efendisi ne derse yapmaya hazırdı. Ancak ne yazık ki alacağı tepki hiç de onun beklediği gibi değildi.

— Onunla bizzat ben ilgileneceğim Bella. Gidebilirsin.



*--*--*--*--*--*--*--*--*--*--*--*--*--*--*



Bileklerine dolanan zincirlerin verdiği acı artık dayanılmaz bir hal almıştı. Kaç saattir bu şekilde asılı olduğunu bile bilmiyordu.  Gerisinde bulunan taş duvar artık soğukluğunu sanki içine işlemişti. Çenesindeki derin kesikten süzülen kan artık kurumuş boynunda ve cüppesinin önünde bir kırmızlık bırakmıştı sadece. Ancak ne önemi vardı ki. Buraya gelene kadar ki yaşadıkları yaşayacakları yanında hiçbir şeydi.

Hermione Granger… Savaşın kilit isimlerinden birisi, Sağ Kalan Çocuğun en yakın dostu, Muggle’ların temsilcisi, düşmanlarının tabiriyle o değerli Bulanık artık bir tutsaktı. Bu günün bir gün geleceğini biliyordu. Eğer bir savaşın içindeyseniz ve bir taraf tutmanız gerekiyorsa ölmeyi, öldürmeyi, tutsak olmayı, işkence görmeyi çoktan kabullenmiş olmanız gerekirdi. İnsan kabullenmese bile ne olurdu ki? Sonuçta eğer gerçekten bir savaş varsa bunlar zaten gelip sizi bulacaktı. Kaçmanın ne anlamı vardı ki? Bazı şeyleri daha da geciktirmenin tek faydası alacağı nefes sayısını artırmak olacaktı belki de artık yaşanacak bir hali kalmamış bu dünyada.

Bilgi almak için gönderildiği son görevde esir alınmıştı tıpkı diğerleri gibi. Ölüm yiyenlerin sayıları o kadar fazlaydı ki elinden geleni yapmasına rağmen başarılı olamamış sonunda o da diğerleri gibi bu zindanların dibini boylamıştı. Ölüm yiyenler sadece en önemlileri yanlarına almış, geride kim kaldıysa hepsini öldürmüşlerdi. Zafer nidaları hala kulaklarında çınlıyordu. Baskının başarılı olması şöyle dursun ellerinde hiç beklemedikleri büyük bir balık vardı artık. Üstelik bu balık Hermione Granger’sa en az Potter kadar ilgi göreceğinden emindi.  

Soğuk, karanlık, taş zindanın göremediği demirden kapısı büyük bir gürültü çıkararak açıldı. Ayak seslerine bakılırsa birden fazla kişi içeri giriyordu. Kim gelebilirdi ki onun için. Lestrange, Malfoy ya da belki Snape… Lütfen Greyback olmasın diye geçirdi içinden. Herkese katlanabilirdi, dayanabilirdi ama Greyback ona lanet atmanın yanında en acınası hayvana bile yapılamayacak çok daha başka şeyler yapacaktı. Buna adı gibi emindi.

Zindanın kapısı ardında büyük bir gürültü bırakarak tekrar kapandı. Bu sefer sadece bir kişinin adım sesleri duyuluyordu karanlık zindanda. Genç kız yavaşça göz kapaklarının biraz daha aralayarak etrafına bakınmaya başladı. Gelen kişi her kimse ona adımlarıyla yaklaştıkça duvarlardaki sönük meşaleler de teker teker yanıyor onun yoluna ışık tutuyordu. Genç kız başından aldığı darbenin verdiği etkiyle az buz olan görme yetisiyle gözlerini iyice kıstı. İçeriye giren her kimse ne onun bu haline gülmüş ne de dalga geçecek bir şey söylemişti. İşte bu onun daha da ürkmesine neden olmuştu. Bu hiç de Ölüm yiyenlerin yapabileceği türden bir davranış değildi. Gelen kişinin kimliğini aklından silmek için uğraştı durdu. O olamazdı değil mi?

—Çok haklısın Bulanık. Evet benim…

Genç kız kanı donarak bileklerini kesen zincirlere rağmen soğuk taş duvara biraz daha yaslandı. O Karanlık Lord’du. Nasıl oluyordu da Bir Bulanık’a işkence yapmak için bizzat kendisi geliyordu.

—Kendini o kadar küçümseme Bulanık Belki damarlarında pis kan aksa da sen buna rağmen onlar için çok büyük işler başardın ve ben her kim olursa olsun ona hak ettiğini veren bir Lordum.

Hermione Granger hiç bu kadar korkmuş muydu hayatında bilmiyordu. Savaştığı onca yıl, düşmanlarıyla karşılaştığı onca zaman hiç bu kadar çaresiz hissetmiş miydi kendini hatırlamıyordu. Sanki biri beynini parçalar halde içine giriyordu. Bir şeyler arıyordu. Ne olduğunu biliyordu ancak sesini çıkarmadı. Bu belki de canının daha da yanmasına neden olacaktı. O ne Lestrange dı ne de Malfoy. Artık Greyback’in gelmesi için neler vermezdi. O en azından avıyla oynar, onu parçalar işi bitince de bir köşeye fırlatırdı. Ama karşısında duran Karanlık Lord’du ve onun ne yapacağı asla kestirilemezdi.

—Doğru düşünüyordun Bulanık Beni belki de Ölüm yiyenlerimden de iyi tanıyorsun. Ve bu hiç hoşuma gitmiyor. Dahası ben eğer kızarsam kötü şeyler yaparım Bulanık Biliyorsun değil mi? 

Hermione ne yazık ki bunu geçmişte ki birçok deneyimden çok iyi öğrenmişti. Ne yapması gerekiyordu. İşte bunu bilmiyordu. Bakışlarını son bir gayretle toplayıp tam karşısında dikilen Lord’a yöneltti. Kırmızı gözler kan kırmızısı gözler büyük bir katliamın izlerini taşıyordu sanki. Bunca yıl onun yüzünden ölen, öldürülen insanların kanıyla doluydu.

Karanlık Lord yüzüne çarpan bakışlarla bir an öylece kaldı. Bu Bulanık ne yapmaya çalışıyordu. Bakışlarındaki ifade sadece korkuyu değil birçok duyguyu da beraberinde taşıyordu. Gözler kahverengi, hurma gözler aynıydı. Yüz aynı yüzdü her bir çizgisine kadar. Sanki son kez dün görmüştü. Sanki üzerinden hiç zaman geçmemişti. Ancak değişen bir şeyler vardı o ifadede. Her zaman kendisine büyük bir sevgiyle bakan o gözler artık kin, nefret, öfke doluydu. Ancak Karanlık Lord dünyanın önünde diz çökmeye hazır olduğu Lord Voldemort ona kızamıyordu bile. Ne yazık ki bu genç kız ona ne yaparsa yapsın çoktan hak etmişti.

—Görüşmeyeli uzun zaman oldu değil mi Bulanık?

“Hem de çok uzun” diye geçirdi Karanlık Lord içinden. Uzun, çok uzun zaman olmuştu görüşmeyeli. Tam olarak ne kadar olduğunu kendisi bile unutmuştu yıllardır süren bu savaşın karmaşanın içinde. Tek bildiği artık amacına ulaştığıydı. Ama ne için, kimin için. Her şeyi bilen Karanlık Lord işte bu soruya bir cevap veremiyordu.

Hemione durup bir an kafasının içinde dönüp duran onca düşünce fırtınasına karşı ortada neyin dönüp durduğuna bir anlam vermeye çalışıyordu. O Karanlık Lord’du değil mi? Ama zindana gireli hiçbir şey yapmamıştı. Tek söylediği bugüne kadar karşılaştığı tüm Ölüm Yiyenlerin yüzüne tükürürcesine haykırdığı Bulanık’tan başka bir şey değildi. O da artık Hermione’nin üstüne yapışmış, bu dünyada var olmaması gerektiğini aslında vurgularcasına her söylediklerinde artık umursamadığı bir söz haline gelmişti.

“Bunu yapma” diye iç geçirdi Voldemort. Kendisi ya da ölüm yiyenleri değil ama bu genç kızın kendi kendini aşağılamasına asla tahammül demezdi. O başına ne gelirse gelsin her zaman yüzünü yerden kaldırmaktan çekinmemiş, en zor anlarında söyleyeceği sözleri hiçbir zaman yutmamıştı. Neden bir kerede onu dinlemiyordu. Neden hep kafasının dikine gidiyordu. Lord Voldemort elinde olmadan gülümsedi. Yırtık bir yarık şeklindeki ağzı kıvrılmış, burun delikleri küçülmüştü. Zaten ona olan zaafı da bu yüzden değil miydi? Bu kadar çaresizken bu kadar güçlü durması ayakta kalabilmesi…

 Daha fazla ona acı çektirmeyecekti. Asasını sessiz bir büyüyle çağırıp ona doğrulttu. Genç kız gözlerinde başına gelecekleri bilen insanların sahip olduğu o güçlü çenesini dikleştirdi ve son kez Lord’un gözlerine baktı. Ve her şey sona erdi…

Lord Voldemort hareketsiz bedeni zincirlerden kurtarıp yavaş ama dikkatli bir şekilde taş zemine bıraktı. Gür, her zaman sanki dağınık kalmak için büyük bir çaba harcanmış kahverengi gümrah saçlar yere saçılmış, uzun, çok uzun zamandır bakmayı beklediği o gözler kapanmıştı. Aynı gözler, aynı saçlar, aynı yüz, aynı koku… Ancak değişen bir şeyler vardı. Hissedilen duygular belki de hiçbir zaman geriye dönmeyecekti.

Voldemort bir elini genç kıza doğru uzattığında gerçek büyük bir tokat olarak yüzüne bir kez daha çarptı. O Lord Voldemort’tu. Karanlık Lord… Bütün bu kaosun nedeni… Genç kızın ne yapmasını bekliyordu ki? O en yakın arkadaşının düşmanıydı. Yıllardır onu ve yakınında kim varsa öldürmeye çalışmıştı ve genç kız da onlardan sadece biriydi. Üstelik en yakın arkadaşı olma sıfatıyla Potter için hayati önem taşıyordu. Bir süre eli havada genç kıza baktı. O hiç değişmemişti. Ama o artık Voldemort’tu. O artık bir zamanlar Hermione’nin sevgilisi olan yakışıklı Tom’dan çok uzaktı. 

21 Temmuz 2011 Perşembe

Kızılcahamam {Bir Ankara Ziyareti}


Geçen hafta sonu Ankara'daydım. Cumartesi gidip, pazar döndüm. Amaç, hem köye gidip ailecek piknik yapmak, hem de büyüklerin mezarlarını ziyaret etmekti. Üstteki resim bizim köyden bir görüntü... Hal böyle olunca Kızılcahamam'a uğramadan olmazdı.

Kızılcahamam özellikle termal sularıyla, otelleriyle tanınır ama ne yazık ki ben bu açıdan orayı hiç tercih etmedim. Özellikle son yıllarda politikacıların tercih etmesi nedeniyle fiyatları uçmuş durumda... Resmen otelleri sosyetik merkezlere dönmüş. Biz sadece köye geçerken alışveriş yapmak amacıyla uğradık. Tesadüf eseri o günde Kızılcahamam'ın festivali varmış, Murat Ceceli'nin geleceğini falan öğrendik. Tabii ki ailemle birlikte hemen o kalabalıkta alışverişimizi tamamlayıp, oradan ayrıldık.


Resimde gördüğünüz bu ekmeklerin hepsini annem satın aldı. Hatta yetmedi oradaki bayanlara başkalarını da getirttirdi. Bazlama, gözleme, somun, kül çöreği, cevizli çörek bunlardan birkaçı... Ankara, İstanbul ya da Türkiye'nin başka yerlerinde de bu ekmeklerden yaptıklarını iddia edenler var ancak ben Kızılcahamam'ın üzerine tanımam. Babaannemden, anneme geçen sırayı bozmamak amacıyla ben de biraz püf noktalarını öğreniyorum. Bazlamanın hamuru ne kadar yumuşak olacak, gözleme ne kadar açılacak, somun için ne tarz ateş kullanılacak gibi... Ancak şehir hayatında bu ekmekleri yapmak biraz zor.

Bunun dışında taze tereyağı, köy peyniri, eritme peyniri, cevizli sucuk gibi şeyleri de arabaya yükledik tabii ki... Bu ekmeklerin hepsini biz yemedik elbette... Bir kısmını piknikte Ankara'dan amcamlar, yengemlerle birlikte mideye indirdik. Köyü gerçekten özlemişim. O yüksek çam ağaçlarının altında piknik yapmayalı uzun zaman olmuştu. Dahası uzak akrabalarımızdan bazılarını da görüp hasret giderdik.

Herkese köy ziyaretlerini tavsiye ederim. Biz daha önceden Ankara'da ikamet ettiğimiz için sık sık giderdik. Ancak artık başka bir şehirde olduğumuz için ne yazık ki gidip gelmek zor oluyor. Bir gün Kızılcahamam'a yolunuz düşerse meydanda bulunan pazardaki Gümüşsoy Doğal Ev Yapımı Ürünler satış yerine mutlaka uğramanızı tavsiye ederim. Pişman olmazsınız.  

Peki siz daha önce Kızılcahamam'a hiç gittiniz mi? Neler düşünüyorsunuz?

15 Temmuz 2011 Cuma

Bir Twilight Fanfiction: Jasper/Angela

Daha önceden blogumda fanfiction ile ilgili genel bir bilgi vermiştim. Bir zamanlar ben de kalemim el verdiği ölçüde bir şeyler karalardım. Alacakaranlık serisinn hayranı falan değilim ancak kitapta beni çok etkileyen iki karakter var. Birisi Cullen Ailesi'nin en karanlık vampiri Jasper, diğeri ise Bella'nın insan arkadaşı Angela...

Ne yazık ki ben kitaplarda onlar hakkında yeterli bilgi olduğunu düşünmüyorum. Kendi çapımda onlar hakkında hikayeler uydurdum. Eğer burada beğenilirse başka hikayelerimi de yayınlamak isterim. Ne yazık ki Türkiye'de Twilight çiftlerine yönelik hikayeler yok denecek kadar az. Ben bütün forumlarda Edward/Bella çiftinin farklı versiyonlarını gördüm. Karakterler Meyer'e aittir. Bu yazılardan herhangi kişisel çıkarım yoktur. Keyifli okumalar...




İçimdeki Şeytan


Soğuk elimi yavaşça puslu cama yasladım.

Serin… Yağışlı… Kapalı bir hava…

Forks için beklenmedik bir gün değildi… Benim için de…

Beklenmedik olan bugün ekstra Biyoloji dersi konmuş olmasıydı.

Beklenmedik olan bir anda Bay Banner’ın kan grubu testi yapacağı gün olarak bu günü seçmiş olmasıydı.

Beklenmedik olan, daha da kötüsü Alice ve Edward’ın bir anda birlikte ava çıkmaya karar vermiş olmasıydı.

Beklenmedik olan okula gelen şu yeni kızın kardeşimi bayağı rahatsız etmiş olmasıydı.

Her şeyin nedeni olması…

Sevgili kardeşim Edward’ın başı onun yüzünden büyük bir beladaydı. Küçük bir insan kızı… Tek ısırıklık bir hayat nasıl bu kadar önemli olabiliyordu? İşi bana bırakmaları yeterliydi. Onun için bu işi seve seve yapabilirdim.

Bütün bu nedenleri bırakıp etrafıma göz attım. Belki de çoğunu okumuş olabileceğim bir yığın kitabı barındıran uzun, geniş raflar beni meraklı gözlerden rahatlıkla saklayabilecek en uygun yerlerdendi.

Ne komik…

İnsanların bizden kaçması, saklanması gerekirken, biz onlardan kaçıyorduk.

Şimdi burada kütüphanenin bir köşesinde, kendimi bir deliğe hapsedilmiş fareler gibi hissediyordum.

Sanki vampir ailemde en tehlikeli olan ben değilmişim gibi…

Başımı çevirip tekrar pencereye dayadım. Daha birkaç saniye geçmeden orada yalnız olmadığımı anlamam fazla zamanımı almamıştı.

Birkaç adım sesi… Ardından gelen kısık sesle söylenmiş birkaç kelime…

“Hangi bölümdeydi bu? Off! ”

Bir kız sesiydi. Ardından birkaç adım daha… Sonra bir duraklama… Bir iç çekiş…

“Kesin buralarda bir yerde olmalı. ”

Ardından bir duraklama ve yüksek sesle bir hapşırma sesi…
 
Anlaşılan gelen her kimse hasta olmanın eşiğindeydi. Forks’ta gayet doğal bir durum… Yağmur, kapalı hava gibi…

Olduğum yerde kalarak davetsiz misafirin işini bitirip, beni fark etmeden bir an önce gitmesini diledim.

“Off! Nerede bu? ” dedi tekrar aynı ses…

Duygularının da tıpkı sesi gibi yükselmesi üzerine gelenin giderek yaklaştığını fark edebiliyordum. Sonunda benim bulunduğum iki raf arasına geldiğinde başka çaremin kalmadığını anlamıştım.

“Bir şey mi arıyorsun? ”

Davetsiz misafirimin olduğuna dönüp bakmadım bile. Ne gerek vardı? Onun şu an ne durumda olduğunu anlamam için gözlerimi illa ona yöneltmem gerekmiyordu.

Korku… Beklediğim bir duyguydu. Bizi gören herkesin bir şekilde hissettiği ama bunu başka duygularla örttüğü bir duygu… Ona bakmadığım halde ani bir reflekse bana döndüğünü anlamam kanın kokusunu getirmesi büyük bir işaretti.

Gelen her kimse korku damarlarından kanla birlikte akıp gidiyordu. Bedenimde bir alev gibi dolaştı. Bu bana pek yardımcı olmuyordu. Kokusunu bana daha çok ulaştırmaktan başka bir şey yapmıyordu. Kütüphanenin boğucu, iç karartan havasız ortamında bile… Ben küçük bir çocuktum ve o yasak olan ama istediğim bir oyuncak gibiydi sanki. Her hareketiyle onu istemem için bana bir neden daha veriyordu.

Ona birkaç nefeslik zaman verdim. Şu an ne tür bir tehlikeye kendi ayaklarıyla geldiğinin farkında bile değildi.

Bir şeytanın karşısında durduğunun…

Onun kanı için her şeyi yapabilecek bir şeytanın…

Sonunda düzensiz nefeslerinin arasından “Evet, bir kitap! ” diyebilmişti.

“O zaman en uygun yer burası sanırım. ” dedim hala dışarıyı izlemeye devam ederek.

“Ben de öyle düşünmüştüm. ” diye yanıtladı beni kız.

Elbette ne arıyorsa doğru yerdeydi.

 Yanlış olan benim orada bulunuyor olmamdı. Bir vampirin okul kütüphanesinde bulunacağı hangi korku filminde görülmüştü ki? Tabi bu genç kız için işler biraz değişiyordu.

Bu cevabımla beklemediğim şekilde duyguları değişti. Korkunun yerini giderek cesaret almaya başladı. Cesur bir insan… Üstelik bu durumda… Onu istemem için bir neden daha… İşleri zorlaştırmak yerine bana istediğim şeyi kendisi veriyordu.

Bu gelen cesur misafirim kim olduğunu görmek için yavaşça ona doğru döndüm. Önce bir çift ateş gibi parlayan iri kahverengi göz karşıladı beni. Ardından dikleşmiş bir çene, hafifçe sertleşmiş bir yüz… 

Karşımda benimle aynı dönemde olan Angela Weber’i görmem beni neden şaşırtmıştı ki? Bu sese sahip başka biri olmazdı.

Korku, cesaretin yanında yeni bir duygu alevlenmişti bir anda.

Heyecan…

Düşündüğüm gerçeği beynimin en uzak köşesine fırlatmaya çalıştım. O karşımda böyle dururken, ben de bu lanet özelliklere sahip bir psişikken yok saymanın imkânsız olduğunu bilerek…

“Bayağı korktun galiba? ”

“Biraz! ” diye yanıt verdi. Eğer onun birazla kast ettiği şey buysa çok korkmuş hali nasıl oluyordu? Buna bir cevap veremiyordum.

“Bu saatte kütüphanede birilerinin olmasını beklemiyordum. ” diye devam etti.

“Ama sen de buradasın. ” dedim. Her ne kadar burada bulunma sebebi benimkinden ne kadar farklı olursa olsun şu lanet yerde kapalı kalmıştık.

“Tıpkı senin gibi. ” diye yanıtladı beni.

Hiçbir zaman altta kalma gibi bir şeyi kabul etmiyordu anlaşılan.

Nefeslerinin düzenlendiğini hissedebiliyordum. Bu iyiydi. Eğer kalp atışları hızlanır ve kan damarlarında daha hızlı akmaya başlarsa bu onun için hiç de iyi bir durum olmazdı.
 
“Aradığın kitap hangi bölümde? ” diye sordum daha önce dilediğim ama gerçekleşmeyen aradığı şey her ne ise bir an önce bulup gitme fikrinin şu an gerçekleşmesini umarak. 

Bir an bana bakarak.

“Kitabın yeri B 45 C 789 olarak görünüyor. ” dedi elindeki Bayan Jackson’ın karaladığı belli olan kâğıda bakarak.

“Bu bölümde. ” diye söylendim. Ne şanstı benimkisi. İlla burada olması mı gerekiyordu. Yerimden kıpırdamadan bir an önce bulup gitmesini bekledim. Yoksa giden o değil her ihtimale karşı ben olacaktım.

Weber kızı en sonunda benim bulunduğum iki rafın arasına girdi. Tek tek raflarda bulunan kitapları inceleyerek yavaş yavaş pencere tarafına doğru yaklaşmaya başladı. Bir yandan da “Hayır bu da değil. ” gibi şeyler mırıldanmaktan da geri kalmıyordu.

En sonunda bana bir adım kala durakladı. Gözleri en üst raflardan birine odaklanmıştı. Nihayet aradığını bulmuş ve benim de dileğim gerçekleşmişti.

Weber kızı yaşıtlarına göre uzun olmasına rağmen oraya erişemeyeceğinin farkındaydım. Bir kere denedi. İki kere denedi. Olmadı. Parmak uçlarında yükselirken az daha düşüyordu. Sonunda bundan kurtuluş olmayacağını düşünüp yavaşça ayağa kalktım.

Benim hareketlenmemle o da duraksadı. Garip bir ifadeyle yüzüme bakıyordu. Boyumun getirdiği avantajla uzanıp tek bir hamlede kitabı olduğu yerden çıkarttım. Ona vermek yerine yavaşça önüne bıraktım. Yapacağım en ufak hareket hayatına mal olabilirdi.

Ve ben bunun olmasını istemiyordum.

Gidip tekrardan köşeme oturdum. Artık yalnız kalmamak için hiçbir nedenim yoktu.

Ne yazık ki düşüncelerimde yanıldığımı anlamam, onun hala yerinde durduğunu anlamamla aynı saniye içinde gerçekleşti.

“Sen nasıl? ” dedi titreyen sesiyle.

“Sorun ne? ” dedim.

Bu kızın gitmeye niyeti yok muydu? Çok mu şey istiyordum?

 Bu okulda ya da daha düzgün bir ifadeyle bu kasabadaki herkes gibi Cullen’larla konuşma fırsatını hemen heba etmek istemiyordu.

“Bu kitap olduğunu nasıl bildin? ” dedi yeniden.

Nasıl bilmişim? Az önce yerini söyleyen sanki o değildi.

“Yerini söylemiştin. ” dedim. Bu iş giderek berbat bir hal alıyordu. Bugün huzuru bulmak o kadar mı zordu?

“Ama bu kitap başka bir yerde duruyordu. ” dedi ve bir elindeki kitaba bir de onu aldığım rafa baktı.

“Benim baktığım raftaki kitap çok farklı bir kitapmış. ” diye söylendi.

Elindeki kâğıda bakmamın bedelini çok iyi ödüyordum. Bir yalan söylemenin zamanı çoktan gelmiş geçiyordu.

“Çünkü o kitabı az önce ben incelemiştim. ”  dedim. Bu umarım onun için yeterli bir cevap olurdu.

Gözlerime baktı. Daha önce hiçbir insanın bu şekilde gözlerini dikip bana baktığını hatırlamıyordum. Genelde bunu yapacak kadar ömürleri olmuyordu.

İçimdeki şeytan…

Onu durdurabilmenin bir yolunu bulmuş muydum? Bulabilir miydim? Yoksa sadece öyle olduğunu mu sanıyordum. Kendinizden, içinizdeki artık hiç ayrılmayacak bir canavardan nasıl kaçabilirdiniz?

Hayır… Kaçacak yer yoktu… Bir yere gidemezdim… O, hep benimleydi…

 Ben kendi kendimle savaşırken Weber kızı hala dönmüş bana bakıyordu. Bu, kireç yüzlü, altın sarısı gözleri olan garip görünüşlü canavara karşı hissettikleri hiç de hoş değildi. Benden korkup kaçmasını, çığlıklar atarak koşarak gitmesini beklerdim. Ancak o, bunu yapacakmış gibi görünmüyordu. Ben kendimden kaçamazdım belki ama o, belki başarabilirdi.

Sonunda onun ne yapacağını boş verip, önüne geçerek olabildiğince sakin adımlarla iki rafın arasından yürümeye başladım.

“Teşekkür ederim. ”

Arkamdan gelen sesle durakladım. Ancak dönüp bakmak pekiyi bir fikir gibi gelmiyordu. Sadece “Ne için? ” diyebildim. Benim bile sınırlarım vardı.

“Kitap için! ”

“Önemli değil. ” diyerek aynı adımlarla rafların arasından kapıya doğru yöneldim. Bu teşekkürü kitap için değil, hayatını bağışladığım için ettiğini var sayarak…

Dalan d'Olive Şampuan ve Saç Kremi


Bir süredir Dalan şampuan ve saç kremini kullandığımı söylemiştim. Bu seri aslında "Kuru ve Yıpranmış Saçlara" yönelik... Benim saçlarımın dipleri yağlı, tam tersine uçları çok kuru... Bu nedenle çok çabuk kırılıyor ve cansız bir görüntü ortaya çıkıyor. Üstelik ince telli de olunca işin içinden çıkamıyorsunuz.

Her iki ürününde kokusu hoş... İnsanı rahatsız etmiyor. Zeytinyağı içeren birçok ürünün ağır bir kokusu olur. Bu ürünlerde o sorunu yaşamıyorsunuz. Özellikle saç kremini çok beğendim. Benim saç kreminde aradığım ilk özellik saçlarımın kolay taranmasını sağlamasıdır. Bu ürünü kullandığım zaman saçlarımın çok çabuk açıldığını fark ettim. Saçları banyodan sonra zor açılanlara tavsiye edebilirim.  

Ben zeytinyağı içerdiği için saçlarıma iyi geleceğini düşünmüştüm. Saçlarımı besledi, uçlarının eskisi kadar çabuk kırılmadığını fark ettim. Ancak saç diplerim zaten yağlı bir yapıya sahip olduğu için bu seri daha da fazla yağlı görünmesine sebep oldu. O yüzden bir dönem bu seriyi bir dönem de şurada bahsettiğim seriyi kullanmaya karar verdim. Dalan'ın ürünlerini bitirdim, şu sıra diğer ürünleri kullanıyorum.

Bu seriyi marketlerde rahatça bulabilirsiniz. Eğer saç dipleriniz de uçları kadar kuruysa kullanmanızı tavsiye ederim. Yağlı saçlar için pek uygun bir seri değil... Umarım Dalan her türlü saça yönelik ürünlerin çeşitliliğini artırır.

10 Temmuz 2011 Pazar

Institut Arnaud Paris: Dengeleyici Tonik


Bu ara işte çok yoğunum. Üzerine bir de yirmilik dişin ağrısı eklenince yazın sıcağıyla iyice çekilmez oldu. Ancak bu ürünü tanıtmadan geçemezdim.

Herhalde "Vazgeçemeyeceğin cilt bakım markası ne?"  diye sorarsanız kesinlikle Arnaud derim. Bir dönem deli gibi her ürününü kullandığım ancak sonra ara verip başka ürünlere yöneldiğim olsa da dönüp dolaşıp yine bu markanın ürünlerini alıyorum.  

Yaklaşık 2 aydır bu resimdeki toniği kullanıyorum. Daha önceden pembe olanını kullanmıştım. Resme aldanmayın. İlk aldığımda unuturum diye çekmiştim. Ürünün üçte birini bitirdim bile... Karma ciltlere yönelik bir ürün bu... Daha önceden bahsetmişimdir kesin, T bölgemde hafif bir yağlanma var. Özellikle bu aylarda yediklerime dikkat etmezsem kendini daha da belli ediyor. Yanaklarımsa tam tersine kuru... Banyodan çıktığımda da hafif bir gerilme hissediyorum. O yüzden dengeleyici toniğin bana uygun olduğunu düşündüm.


Düşüncemde de yanılmamışım. Yüzümü temizledikten sonra bu ürünle siliyorum. Nemlendirmeye hazır bir hale geliyor. İşin aslı sanki siyah noktalarımda da azalma oldu. Üstelik cildinizi yumuşacık yapıyor. T-bölgesindeki parlama da bu üründen sonra azalma gösterdi. Tavsiye eder miyim? Kesinlikle ederim.

Arnaud ürünlerini nerede bulabileceğinizden daha önce bahsetmiştim. Benim aldığım yerlerde haftanın belli günleri Arnaud'un kendi cilt bakım uzmanları bulunuyor. Hangi ürünün size uygun olduğu konusunda size yardımcı olacaklardır.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Tarte Cosmetics: True Blood Collection {Limited Edition}


True Blood severek takip ettiğim ve ilk bölümünden beri kaçırmadığım bir yapımdır. Tıpkı Twilight gibi bu seriyi de kozmetik firmaları hedef almış durumda. Tarte Cosmetics sınırlı sayıda ürettiği True Blood Koleksiyonu'nu satışa çıkardı. Daha fazla bilgi için şuradan koleksiyonu inceleyebilirsiniz.  

Sizi bilmem ama ben lip tinte bayıldım. Ben de istiyorum ya banane, banane... Belki Türkiye'ye bir şekilde getirtirim. Arkadaş desteği falan lazım gerçi...


True Blood Far Paleti $52


True Blood LipSurgence Lip Tint $24


True Blood Naturel Cheek Stain $30

Fotoşraflar: Tarte Cosmetics

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Bir Eminönü Gezisi: Osmanlı Takı ve Nurkap Doğal Taş Dünyası


Eminönü sanırım İstanbul'da artık aşina olduğum yerlerden birisi... Türkiye'nin kalbi İstanbul'sa, İstanbul'un kalbi de burası... Her gittiğimde nedense bazı yerleri değişse de kendime hep yakın bir yanını bulduğum ender mekanlardan birisi...

Anadolu Yakası'nın uzak bir köşesinden oraya kadar gitmişken de alışveriş yapmamak olmazdı. Biliyorsunuz kozmetik alışverişlerim dışında buraya aldıklarımı koymuyorum. Ancak bu sefer mekan Eminönü, aldıklarımda her yerde bulunmayacak ürünler olduğu için bir ayrıcalık yaptım.


Eminönü'den Mısır Çarşısı'nı geçip Tahtakale'ye adım attığınızda harika dükkanlarla karşılaşıyorsunuz. Özellikle turistler için hediyelik bujiteri cenneti sanki mekan.

Osmanlı Takı'yı bilmeyeniniz yoktur sanırım. Şuradan modellerine bakabileceğiniz Osmanlı Takı'nın Tahtakale'deki yerine uğradım gitmişken. Daha önceden de birkaç parça takı almıştım. Bu sefer de resimdeki kolyeyi ve yüzüğü aldım. Tabii yüzüğü hemen parmağıma geçirdim.


Gerçek taşlara oldum olası meraklıyımdır. Hatta bu kadar büyük olmasa da elimde bir-iki parça taşım var. Ancak bu sefer aldığım çok daha değerli. Ametist kayasının içinde neredeyse hiç kristal yok. Renginin koyuluğundan saflığını anlayabilirsiniz. Ametist uykusuzluğa iyi geliyor ve dünyada sadece Türkiye ve Brezilya'da çıkarılıyor. Elimde olsa 1 metre boyundaki gerçek parçalardan alacağım ama şimdilik öyle bir durumum ne yazık ki...


Ametist parçasını ve pembe akik bilekliği de Nurkap Doğal Taş Dünyası'ndan aldım. Mısır Çarşısı'nın bir arka sokağında iki şubeleri var. Harika parçalar var ellerinde ve taşların yoğunluğundan mıdır nedir, dükkanın içinde ne yorgunluk hissettim ne de sinir, stres... Belki de psikolojiktir. Bilmiyorum.

Eğer bir gün yolunuz Eminönü'ne düşerse kesinlikle uğranması gereken yerlerden sadece ikisi Osmanlı Takı ve Nurkap... Gitmenizi şiddetle tavsiye ederim. Mutlaka kendinize göre bir şeyler bulursunuz.

Peki aranızda bu mekanlara uğrayan oldu mu? Görüşleriniz neler?

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...