29 Ekim 2011 Cumartesi

Work And Travel: Bir Giden Pişman, Bir de Gitmeyen!


Şimdiden uyarayım. Peri Tv standartlarına göre uzun bir yazı olacak.

Bir zamanlar Work and Travel programıyla Amerika'da bulunmuş biri olarak sanırım en gereksiz(!) bilgileri bendenizden alabilirsiniz. Ancak bu bilgiler, şirket önerme gibi ticari meselelere dönmeyecektir. Zira nette ya da etrafınızda dolanan onca insana dikkat etmenizi öneririm öncelikle. Şirketlerden komisyon aldıklarına dair dedikodular geliyor kulağıma. Öyle vallahi...

Bir kere çalışacaksın arkadaş. Adı üzerinde zaten: Work And Travel demişler. Yatmaya mı gidiyorsun Amerika'ya? Ha, benim param bol, ben sadece gezmeye geldim dersen o başka. Paşa paşa vizeni alır, en aşağı 3 ay Birleşik Devletler'de -onlar böyle söylüyorlar çoğunlukla- kalırsın. Şöyle bir şeyde olabilir tabii ki. Eğer bir akraban varsa tatilini orada yaparsın. Gerçi akrabaların yanında Amerika'nın ne kadar tadı çıkar orası biraz tartışılır.

Çalışmak dedikse masa işi başı da vermezler sana. Sen orada -bizim kaba tabirle- amele görevi göreceksin ya da kibar tabirle vasıfsız işçi olacaksın yani. Gerçi işini buradan seçme lüksün de var. Ancak şirketin güvenilir değilse ya da orada bir katakuliye getiririlirsen işini değiştiribilirler. Ben yemem deme. Yersin canım benim. Dedim ya iş seçme lüksün yok diye.

Ne iş verirler sana peki? Housekeeping, oyun operatörlüğü, bulaşıkcılık, garsonluk v.s. gibi işleri alırsın. Eğer bahşişli bir işse şanslısın demektir. Çünkü Amerikalı'ların geneli bahşiş bırakmayı sever. Hele ki restoranlarda yediğin yemeğin %60'ı kadar bahşiş ödendiğine dair duyumlar almıştım. Hatta özel biriyle yemeğe gelenler varsa parasını göstermek için bol bahşiş bırakır ki garsonlar özel ilgi göstersin. Tabi bu işlerinde size uygun olması gerekir. Ehliyeti olup, direksiyonu olmayan birinin valeye başvurduğunu düşünebiliyor musunuz? Ben düşünemiyorum. Zaten çalışacağı yer fark ettiği an, işini değiştirirler.

Ben böyle daldım ama asıl önemli olan işlerini halledecek güvenilir bir şirket bulmak... Eğer şirketin güvenilir değilse zaten hapı yuttun demektir. Ben çalışacağı işi bırak, hayali mekanlar mı duymadım, orada açıkta kalmış öğrenciler mi okumadım siz düşünün. İşin varsa zaten öpüp, başına koy. Fazla da zırlama. Bu işten, öğrenci başı ne kadar para götürüldüğünü duyan uyanıklar sayesinde şu anda piyasada WAT şirketlerinden geçilmiyor. Ben Ankara'da ne zaman kafamı kaldırıp tabelalara baksam mutlaka bir ya da iki WAT şirketi görürdüm. Şimdi de pek bir değişme yoktur sanırım.

Ne kadar para kazanılır? Size, birisi ben 10000-15000 dolar kazandım derse kesin sallıyordur. Sakın inanmayın. Akıl var mantık var. Saat ücretiyle çalışacağınız saatleri hesaplayın. O rakamı bulma ihtimali var mı? Hiç kazanmazsınız demiyorum. Elbette bir 5000'i geçer. Ancak yemek, barınma, seyahat ve sonrasında alacaklarınızı hesaplayınca geriye çok da fazla bir para kalmıyor. Bir laptop ya da iphone alıp gelirsiniz zaten Türkiye'ye... New York'u gezmeden dönmeyin derim. Benim birçok arkadaşım gitti. Ancak hiçbiri o rakamı bulamadı. Hatta bunların içinde Alaska'da balık fabrikasında çalışan da vardı. Düşünün artık...

Gelelim vize işine... Ben vizede hiç zorlanmadım. Zorlanacak da bir şey yok. Tabii ki not ortalamanız yüksek ise... Not ortalamasından tatmin olan bir vize görevlisi şak diye verir vizenizi. Hatta bir iki soru dışında hiçbir şey sormaz. Onlar da çok basit şeylerdir. Nereye gideceksin falan... Ben ikinci alışımda hiçbir soruyla karşılaşmamıştım mesela. Kadın bu gitmiş gelmiş, ülkesinde kalmaya pek meraklı herhalde diye düşündü sanırım. Kısa boylu ve sevimli bir kadındı. Daha önceden de tanışmışlığımın etkisi vardı sanırım. Bilmiyorum.

Sıradaki mevzu uçak bileti... Burada gidip de THY'den almak gibi bir aptallığa düşmeyin. Unutmayın THY güvenilirdir ama diğerlerine göre daha pahalıdır. Siz öğrencisiniz. Boşa harcıyacak paranız yok. Ben zenginim ondan başkasıyla uçmam derseniz o ayrı... Ben şirketin anlaşmalı olduğu başka bir şirketten 300 dolar daha ucuz bir rakama Delta'dan almıştım. Zaten Amerika'ya giderseniz önerilecek şirketlerden birisidir. Gerçi hostesleri koca koca kadınlardı ama olsun. Benim için hayal kırıklığı yaratmadı doğrusu. İstanbul-New York tek seferde, aktarma falan olmadan gitmiştik. Lufthansa gibi şirketlerle aktarmalı giden arkadaşlarım vardı. Biraz zorlanmışlar. Uçaklardan falan şikayet etmişlerdi ama sonunda bir şekilde New York'a inmeyi başarmışlardı.

Konaklama... Kalacağınız yeri şirketinizle konuşup baştan ayarlamaya çalışın. İşini hallet, oraya gidince mutlaka bir yer bulursun diyenlere sakın kanmayın. Orada yabancı bir ülkede yalnız kalacaksınız. Yoksa sonunda, parklarda ya da otobüs terminallerinde sabahlamak zorunda kalabilirsiniz. Resmen ortada kalırsınız anlayacağınız... Peki, konaklama olarak ne tür seçenekleriniz var? Bu sizin çalışacağınız yere ve sizin şirketinize göre değişir. Motel, hostel, apartman ya da karavan tarzı küçük yerleri ayarlar genelde şirketler. Mesele çalışacağınız yer turistik bir yerse, muhtemelen küçük bir motel, sirk tarzı bir yerse karavan olur. Biz gittiğimizde önce şirketin ayarladığı motel, daha sonra da kendi tuttuğumuz evde kalmıştık. Bu da şans işi gerçi. Ben tüm yaz boyu motel ya da hostellerde kalanları da duymuştum.   

İngilizcem yeter mi ve orada dilimi geliştirebilir miyim? WAT için orta düzeyde İngilizce seviyesi yeterli. Hatta beginner olanların bile gittiğini biliyorum. İş verenler çalışacağınız bölüme göre seviye ister genelde... McDonalds'ta kasada duran biriyle, iç kısımda çalışan birinin konuşmalarını düşünün mesele. Kasada duran birinin dil seviyesinin daha yüksek olması istenir doğal olarak. Peki, dil geliştirilebilir mi? Eğer sen, tüm gün Türkler'le olursan ancak Türkçe'ni geliştirip dönersin Türkiye'ye... Olabildiğince fırsatlar yaratıp, diğer iş arkadaşlarınızla, sizin gibi gelen öğrencilerle görüşüp konuşun. Hem boş vaktinizi değerlendirip sıkılmazsınız hem de İngilizce'nize yeni şeyler eklersiniz. En azından konuşma ve dinleme yeteneğiniz gelişir.   

Adımını attın Amerika'ya... Seni havalimanında vize kontrolünden geçirecekler. O kadar korkmana gerek yok. Genelde görevliler suratsız olsa da bir iki "Merhaba! Nasılsınız?" cümlesiyle yelkenleri suya indiriyorlar. Ben de işe yaramıştı en azından. Şansa bakın ki gideceğimiz şehirli çıktı geçişimize izin veren adam. Ayak üstü çok özlediğinden falan bahsetmişti. Bizi iyi şanslar dileyip gönderdi anlayacağınız. Tabi gümrük de var. Benim ülkeye soktuğum yiyecekleri duysanız aklınız hayaliniz durur. Amerika'ya yiyecek, içecek her türlü şeyi sokmak yasak. Bavulumuzu açtılar mı bilmiyorum ama öyle bekleme falan olmadı açıkçası. Yiyeceklerde gül gibi bavulda bekliyorlardı. Bu demek değil ki siz de rahat rahat yiyecek geçirirsiniz. Bilmiyorum valla...

İş yerine geldiniz diyelim. Çalışmaya da başladınız. Yapacağınız ilk iş overtime yani fazla mesai için başvurmanız olsun. İkinci iş bulmak kolaydır. Hele büyük bir şehirdeyseniz aramanıza bile gerek kalmaz. Ancak overtimeı tavsiye etmemin nedeni ortalama saat ücretinin 1.5 katı daha fazla ödeme almanızdır. Az saate daha çok para kazanırsınız.

Muhtemelen aynı iş yerinde sizin gibi başka ülkelerden gelen öğrenciler de olacaktır. Muhtemelen değil aslında, mutlaka olacaktır. Özellikle Rusya, Eski Sovyet ülkeleri, Romanya, Bulgaristan, Polonya gibi ekonomik açıdan fakir Avrupa ülkelerinden gelen öğrencilerle tanışma imkanınız var. Genelde onlar para kazanmak için Amerika'ya gelirler ve iş ayırt etmeden günün 12-16 saati çalışırlar. Biz Türkler'de durum daha farklı gördüğüm kadarıyla. Biz daha çok biraz para kazanalım, masrafları çıkartalım, gerisini harcayalım modundayız.

İş yerindeki arkadaşlarınızla iyi geçinin. Beni ilgilendirmez demeyin. Bal gibi ilgilendirir. 3 ayı beraber geçiriyorsunuz. Nefret ettiğiniz bir yerde çalışmak ne kadar zor bir şey biliyor musunuz? Kendi arkadaşlarınızdan çok onların yüzünü görecek, onlarla muhatap olacaksınız. Can ciğer kuzu sarması olun demiyorum ama en azından bir merhaba demek, güler yüz göstermek kötü bir şey değildir. Kimseye zararı olmaz. Hatta size faydası da dokunur. Benim çalıştığım dönemde birçok yabancı öğrenci vardı. Suratsız Polonyalılar ya da çıkarını düşünen Ruslar gibi olmayın. İnanın, ben ülkeme dönerken arkamdan ağlayan bile olmuştu. Hediye verenleri saymıyorum bile... Hepsi duruyor hala... Kişinin bir şekilde kendisini sevdirmesi ne kadar güzel bir duygu... Dahası unutmayın ki, siz orada Türkiye'yi tanıtıyorsunuz. Bu hepsinden daha önemli... Ben o dönemde daha önce değil bir Türk'le tanışmak, haritada Türkiye'nin nerede olduğunu bilmeyen insanlarla tanıştım. En azından ufacık da olsa bir etki bırakabildiysem ne mutlu bana...

Müslüman olduğumuz için önyargılı davranırlar mı acaba diye düşünebilirsiniz. Amerika'da ırkçılık çok büyük suçtur. Tanıştığınız herkes size böyle davranır demiyorum ama arada çıkabilecek tek tük kişiler sinirinizi bozabilir. Nasıl biz de bazı geri görüşlü insanlar varsa, 11 Eylülden sonra Amerika'da da durumlar biraz değişti. Ben bir kere karşılaştım. Aynı iş yerinde çalışan bir adamdı. Ben, "Türküm" dedikten sonra sorduğu ilk şey "Müslüman mısın?" olmuştu. Ben de "Evet!" diye cevap vermiştim. Bana karşı kötü bir davranışı ya da bir sözü falan olmadı. Ancak sinirimi bozmuştu. Ben de onunla bir daha konuşmasam da hareketlerimle rahatsızlığımı belli ettim, kendisini resmen görmezden geldim. Böyle biriyle konuşmak boşuna olurdu çünkü. Tartışmaya girecek biri değil diye düşünüyordum. Sonunda birkaç gün sonra yanıma gelip benimle tanıştı, bir ihtiyacım olursa yardımcı olacağını söyledi. Zaten aradaki konuşmalarda, ben ona Türkiye'den, Türkler'den bahsettim. Sorduğu soruları cevapladım. Açıkçası çok şaşırdığını yüzünden çok rahat okuyabiliyordum. İnanın, diğer öğrencilerle değil, gelip arkadaşım ve benimle sohbet ederdi. Bir kişinin fikirlerini değiştirsek ne olur demeyin. Bir kişi demek, bir millet demektir. Unutmayın!

Gelelim alışveriş yapma meselesine... Buna değinmek istiyorum çünkü giderken mutlaka sizden bir şeyler almanızı isteyen ya da hediye bekleyen olacaktır. Elektronik eşyalar, bilgisayar, mp3 gibi aletler ucuzdur. Ancak uspler gerçekten Türkiye'den pahalı... Bu nedenle bir bilgisayar edinin derim.  Amerika'da her şeyin yola saçılıp, dağıtıldığını düşünüyorsanız avcunuzu yalarsınız. Onun dışında sakın gidip markaların kendi mağazalarından alışveriş yapmayın. Karma ürünler satan -bizdeki Boyner gibi- mağazaları tercih edin. Bir-iki sezon önceki ürünleri çok çok ucuz fiyatlara alabilirsiniz. Ben Türkiye'de 80 milyonu rahat vereceğim bir Converse'i 15 dolara, 140 dolarlık ünlü bir markanın deri çantasını 14 dolara aldığımı biliyorum. Şaka gibi değil mi? Ayrıca şehir dışında bulunan büyük outlet mağazalarını tercih edin. Hem ucuzdur hem de birçok markayı barındırır.    

İş yerinden ayrıldınız. Alışverişlerinizi tamamladınız. Mutlaka ama mutlaka ünlü şehirlerinden birini gezip öyle dönün Türkiye'ye... Bu da büyük ihtimalle New York olacaktır. Zaten eylülde Manhattan'ı gezerken mutlaka etrafınızda Türkçe konuşan WAT öğrencilerini göreceksinizdir. Ben karşılaştıklarımın sayısını bile unutmuştum. Ben New York dışında Boston, Buffalo, Niagara Falls gibi şehirleri, Kanada'da Ontoria ve Toronto'yu da görme şansına sahip oldum. Ancak fırsatım olsa San Francisco, Los Angelas, Las Vegas'ı da görmek isterdim. 

Eğer bir gün WAT'la yolunuz Amerika'ya düşerse, bol bol arkadaş edinin. Fotoğraf çekin. Gezin, dolaşın, eğlenin. Zaman kısa... WAT programında daha da kısa... Gidecek olan varsa, şimdiden bol şanslar...  

28 Ekim 2011 Cuma

Heaven Postman: Cennetin Postacısı Var Mıdır?


İtiraf ediyorum. Bu filmi sırf Jae Jeong olduğu için izledim. Kendisini Protect The Boss'da izledikten sonra acaba bu filmde nasıldı diyerek meraklanmıştım tabi. Ancak fazla bir beklenti içine de girmemiştim. Çünkü dizilerini çok sevsem de izlediğim filmler bakımından Uzak Doğu yapımlarını biraz zayıf buluyorum. Fikrimi değiştirecek bir yapımla karşılaşır mıyım acaba? Belki bir gün...

Gelelim konusuna; Shin Jae Joon iki dünya arasında yolculuk yapabilen bir postacıdır. Ha Na ise; erkek arkadaşını kaybetmiş ve sürekli onun için mektuplar yazmaktadır. Ancak bu mektuplar alışılmışın dışındadır. Jae Joon bu nedenle Ha Na ile bağlantı kurar. Ancak Jae Joon'u herkes göremiyordur.

Filmin konusu dikkat çekici. Bana biraz City Of Angels filmini hatırlattı. Ancak daha farklı bir sentezi var. Başta, Jae Joon'nun melek mi, hayalet mi ne olduğu pek belli olmuyor. Kendisi iki dünya arasında sıkışıp kalmış. Ne tamamen buraya ait olabiliyor ne de oraya... Benim düşüncem ise: Böyle postacım olsun, 100 milyar borcum olsun....

İtiraf etmeliyim Jae Jeong'un oyunculuğu burada biraz gözüme battı benim. Duygusal anlarda kendini pek gösteremedi. Bu nedenle filmde verilmek istenen romantizme de gölge düştü. Protect The Boss'ta çok daha iyi bir iş çıkarmıştı. Kendini geliştirdiği kesin...

Başroldeki kızımızı ise başta hiç sevememiştim. Zoraki gülümsediği sahnelerde çok itici duruyordu. Ancak duygusal sahnelerde daha gerçekçi bir performans sergiledi. Filmin ilerleyen dakikalarında oyunculuğunu ortaya koydu diyebilirim.

Spoiler: Ben Jae'nin Ha Na ile tanışması için o kazayı geçirdiğini ve postacı yapıldığını düşünüyorum. Zaten hikayenin sonunda birbirlerini bulmalarının başka bir nedeni de olamazdı. Birlikte yaptıkları, insanları mutlu etme çabaları da çok saçmaydı. Ancak Ha Na'nın yardım aldığı, mucit adam çok ilginç bir karakterdi doğrusu. O tipte bir kişiyi Kore dizisinde, uzun soluklu olarak izlemeyi çok isterim.

Gelelim Peri'nin notuna: 10 üzerinden 6...

27 Ekim 2011 Perşembe

Sally Hansen: Complete Salon Manicure Purple Pulse


Renk hakkında ne söylesem bilmiyorum. İçinde mavi ışıltıları olan koyu bir mor bu... Çok, çok güzel bir renk... Ayrıca çok da canlı ve gösterişli bir yanı var. Hele ki soğukların kendini gösterdiği şu günlerde, kapalı havalarda çok iyi gideceğini düşünüyorum.

Tırnaklarımda 3 kat bulunuyor. Base ya da top coat yok. Ancak siz koyu bir kıvamda sürerseniz, 2 katta yeterli olur. Tırnakta çizgi bırakmıyor. Flaşlı çekimde mor, ışığın az olduğu yerlerde içindeki mavi ışıltılar sebebiyle lacivert bir görünüm sağlıyor. Bu sonbahar ve kış favori renklerim arasına girdi. Çabuk kuruyor. Yapısı da tam yerinde. Cıvık ya da katı değil.


Ancak şöyle bir sorun var. Ben Sally Hansen ojelerin fırçalarını sevmiyorum. Hatta benim için nefretlik... Ben ince yapılı fırçalardan hoşlanırım. Onlarla daha rahat sürüyorum sanırım. Sally Hansen'ın fırçası özel tasarım ve kalın... Kimileri öyle fırçalarla daha rahat ediyor ama dediğim gibi ben, hep kenarına taşırma gibi bir problemle karşılaştım. Kaç sefer sürüp sürüp tekrar çıkardım bilmiyorum.


Son olarak çok dayanıklı da değil. Orta seviye diyelim. Çok haksızlık olmasın. İkinci günü parmağımı bir yere çarpmışım sanırım, hemen soyuldu. Diğer bir tırnağımda da çizikler var. Diyeceksiniz ki sakarlığının bedelini ojeye çıkarma, top coat kullansaydın. Eee, iyi de ben bu kadar kaliteli bir şey aldığımı düşünürken, üstelik birkaç makyaj blogunda öve öve bitiremediklerini gördüğümde hayal kırıklığına uğramam sizce mübah mı? Zaten sırf rengine vurulup almıştım. O yüzden çok bir beklenti içine girmemem sanırım benim iyiliğime oldu. Ojelerden çok çabuk sıkılıp, iki günde çıkartan biri olarak bu benim için sorun değil ama en az dört-beş gün idare eden insanlar tanıyorum. Eğer siz de onlardan biriyseniz, top coat kullanmanızı şiddetle tavsiye ederim.

 Peki, siz Sally Hansen ojeleri nasıl buluyorsunuz? Rengi beğendiniz mi? Bu rengin tonuna yakın Türk oje markalarından tavsiye edeceğiniz renkler var mı?


Bir sonraki Sally Hansen yazısı I Pink I Can olacaktır.
Ancak ne zaman yayınlarım bilmiyorum.

26 Ekim 2011 Çarşamba

Pastel Magic Touch + Golden Rose Liquid Concealor


Geçen gün makyaj dolabımı karıştırırken birini yazın ortasında, diğerini ise kışın aldığım iki ürünü nasıl değerlendiririm diye geçirdim içimden. Farklı zamanlarda ve öylesine bir alışverişten sonra aldığım iki üründü çünkü. Haliyle pek kullanma fırsatım olmamıştı. Dahası renk tonları oldukça farklıydı.

En fazla kullandığım ürünlerden birisi göz altı kapatıcıları olunca evde bilmem kaç markanın ürünü olabiliyor ve bir yenisini denemek için önceki aldıklarıma pek sıra gelmiyor haliyle.. Pastel ve Golden Rose kapatıcılar da bu iki üründen sadece ikisi...


Göz altlarım için kullandığım ilk kapatıcı Pastel'in stick şeklinde olan kapatıcısıydı. Kaç sene sonra, bu Magic Touch'u alınca fark ettim ki Pastel değişikliklerden pek hoşlanmıyor. Ne kokusu ne yapısı değişmiş. Ben nasıl hatırlıyorsam öyle... Kremsi yapısı olduğu için likit ürünlere göre kapatıcılığı daha iyi diyebilirim ama çizgilere dolma gibi bir sorunla karşılaşabilirsiniz. Üstelik diğer eksik yanı da sadece iki renk seçeneğinin bulunması... Bende ki açık rengi... Zaten resimdeki görüntüden de gayet belli oluyordur.

Sevdiğim yanlarından birisi, şık kutusu oldu. Aynalı ürünleri hep sevmişimdir zaten. Ancak alt katında bulunan aydınlatıcıyı pek sevemedim. Çok simli bir ürün çünkü... Eğer günlük hayatta kullanmaya kalkarsanız, araba farı gibi olma riskiniz var.

Diğer kapatıcı ise, benim Golden Rose'dan kullandığım ilk kapatıcı... Zaten indirimde olduğu bir dönem merak ederek almıştım. Likit olması sebebiyle kolay uygulanıyor. Ben genelde krem yerine, likit ürünleri tercih eden birisiyim. O yüzden bir sorunum olmadı. Dış kabı sebebiyle kolay kullanılan hijyen açısından tavsiye edilecek bir ürün. Bu kapatıcının da 5 adet renk seçeneği mevcut... Bendeki 2 numara olan... Pastel'den daha iyi bir skalası olduğu kesin...  


Önce her zaman ki gibi çıplak göz... MAC Prep + Prime'da sağ gözümü çekmiştim. Bu sefer sıra sol gözümde... Sağ ve sol kaş yapımın farklı olduğunu belki fark etmişsinizdir.


Pastel Magic Touch: Eğer bu ürünü tek başına uygularsanız ve ten renginiz uygun değilse ortaya böyle Bülent Ersoy vari bir görüntü çıkabilir. O morlukları kapatmak yerine, daha da ön plana çıkartırsınız. Bu da sizi çok daha yorgun ve yaşınıza birkaç yaş eklenmiş gösterir.


Pastel Magic Touch + Golden Rose Liquid Concealor: Pastel'in üzerine Golden Rose kapatıcıyı uyguladığımız zaman ortaya bu görüntü çıkıyor. O beyazlığı kırmak için yaptığım bir hile aslında ve göz etrafını daha canlı gözteriyor. Üstelik kapatıcının kalıcılığını artırıyor. Daha pembemsi bir ton da iyi olabilirmiş aslında. Aklımda olsun.


İkilinin üzerine Loreal'ın şurada bahsettiğim sabitleyicisini geçtim. Bu ürünü pek kullanmam gibi geliyordu ama ummadığım anda işime yaradı doğrusu. Üstelik, ürünleri bu sefer sadece göz altlarıma değil, göz kapağına da uyguladım. Böylece daha iç açıcı bir görüntü ortaya çıktı. Sizi bilmem ama benim için gayet iyi bir görüntü. Hatta günlük kullanım için sadece eyeliner ve rimelle bile gayet hoş durabilir.

Ben bu elimde olan iki ürünü kullandım ama siz de elinizdeki alternatifleri değerlendirin derim. Şimdi diyeceksiniz ki, iki ürünü ayrı ayrı alacağıma tek ürün alır kurtulurum. Ancak benim gibi göz çevreniz problemliyse büyük ihtimalle piyasada bulunan birçok göz altı kapatıcısı sizin işinizi görmeyecektir. Zaten renk çeşitliliği bakımından birçok marka fakir durumda... İş ruj, far çıkarmakta değil aslında... Ne kadar insan varsa o kadar farklı cilt tipi, rengi ve yapısı var. Eh, yasak nedeniyle elimizi kolumuzu bağladıkları için mecburen bir süreliğine piyasadakilerle yetinmek zorundayız.

Peki, siz bu kapatıcılardan hiç kullandınız mı?

24 Ekim 2011 Pazartesi

MAC: Semi Precious Rose Quartz MSF ve Neden Peri TV?


Sadece ürün tanıtımıyla ilgili bir yazı değildir. Aşağıda blogumla ilgili bir açıklama da var.

Bu koleksiyondan ürün almayacağım diye kendi kendime söylenip duruyordum. Normalde msf çılgınlığım var ve Semi Precious Koleksiyonu'nda dört tane yeni msf çıkmıştı. Ne yalan söyleyeyim. Şekillerinden, ortada bulunan o garip görüntüden çok hoşlandığımı söyleyemem. Sonra swatchlardan Pearl'ü beğenip, eğer bulabilirsem alırım diye düşünmüştüm. Ne yazık ki çoktan tükenmiş.

Peki, ne oldu da fikrim değişti? Bu msfyi MAC Bahariye şubesinden aldım. Özgür Bey sağolsun beni ikna etti. Gerçi aldıktan sonra, kullandıkça neden almam için ısrar ettiğini de anladım. Çünkü gerçekten çok, çok güzel bir ürün... Çok simli değil. Üstelik iki renk içermesinden dolayı 3 farklı kombinasyon yaparak kullanabiliyorsunuz. Alttaki resimde işaret parmağımda; ortadaki kısım, orta parmağımda; dış kısım, yüzük parmağımda ise her ikisinin karışımı bulunuyor. Üstelik çok simli olmadığı için gündelikte gayet rahat kullanılabilir.


Bu msfyi aslında diğer msflerimle göstermek istiyordum ama ayrı bir hikayesi var benim için. Bunun yüzünden Özgür Bey tarafından deşifre edilmiş durumdayım. Kendisi "Blogger mısınız?" diye sorunca nasıl şaşırdığımı anlatamam. Hiçbir yerde ağzımı yaya yaya "Benim blogum var. Hem de makyaj blogu..." tarzında bir konuşmam olmamıştır. Zaten burası da makyaj blogu değil. Birkaç arkadaşım dışında kimse bilmez. Hatta ve hatta ailem bile bilmez. Bilgisayar başına gelen kardeşim birkaç ay evvel; "Bu Peri Tv de neymiş? Ne saçma bir isim. Ne zaman gelsem bu site açık oluyor." gibi bir şeyler söylemişti.

Peki, blogumun ismi neden Peri TV? Birçok sitede nickim ismimin anlamı olan Su Perisi'nden geliyor. Peri ve kombinasyonlarını kullanmışımdır hep. Haliyle eğer diğer sitelerden de beni arayıp bulanlar olursa diye Peri nickini kullanmaya karar vermiştim. Bunun dışında blogumda neden bu kadar çok konu var? Neden bu kadar çeşitli? 

Blogumu başta sadece film, dizi ve kitap yorumlarımı eklemek için açmıştım. TV kısaltması nereden geliyor diye düşünebilirsiniz. Sonradan gezi yazıları da eklendi listeye. Birkaç arkadaşım neden kullandığın makyaj ürünlerini de eklemiyorsun diye sormuştu. Çünkü benim, yanlı yorumlarda bulunan makyaj bloggerlarından ne kadar nefret ettiğimi ve bu yüzden birkaç kere mağdur olduğumu da biliyorlardı. Ben de en azından kullandığım ürünleri koymak istedim. Böylece, araya reklamlar şeklinde kozmetik ürünlerini de almış olduk.   


Son olarak çekmecemden bir kare... Özgür Bey, koleksiyonu bayağı tamamladığımı söylemişti ancak eğer bu yazıyı okuduysa, bayağı eksiğim olduğunu görmüştür. Neyse ki, MAC yeni koleksiyonlarında eski msflerine yer veriyor.

Peki, siz Peri TV'de yayınlanan yazılardan memnun musunuz? Görmek istediğiniz özel şeyler, daha farklı yorumlar var mı?

23 Ekim 2011 Pazar

MAC: Prep + Prime Eye


Ne zamandır bloga yazıyorum ama gözlerimin içler acısı halini size göstermemiştim. Eh, aramızda artık yabancı yok. Gizli saklı da... Bu resimler gecenin bir yarısı çekildi. Yaklaşık 4 saatlik uykuyla ve yorgun, bilgisayar başında geçirilmiş bir günün ardından üstelik. Sabahları işe giderken ya resim çekmeyi unutuyordum ya da makyaj yapmaya bile vaktim olmadığı için mecburen ertesi güne bırakıyordum. Resimlerin yeni makinemle çekildiği belli oluyordur sanırım.

Beni takip edenler biliyordur. Göz altı morluklarıyla başım dertte... Cildim istediğim kadar düzgün olsun, eğer göz çevreniz yorgunsa hiçbir işe yaramıyor. Birçok kapatıcı denedim ancak istediğim gibi bir sonucu hiç elde edemedim. Eğer uykusuz, stresli ve bilgisayar başında bir gün geçirdiysem zaten işin içinden çıkamıyorum.

MAC Bahariye şubesinden Özgür Bey de bu ürünleri bir denememi tavsiye etti. Renk düzenleyici bir şeylere ihtiyacım olduğunu biliyordum ama deneyerek almak gibisi yok. Pelin Hanım da Medium Dark'ı uyguladı. Malum tenimin rengi ortada. Ancak kışın tenim açılırsa bir de mediumu denemeliyim.  Üstelik bu ürünü baz olarak da kullanabiliyorsunuz. Çok amaçlı bir ürün anlayacağınız. Gerçi ben göz kapağına uygulamadım hiç. Çünkü farlarla pek işim yok.


Sevdiğim yanları kapatıcının kalıcığını artırıyor. Kutusu çok hoş bir kere... Simli ve ışıkta parlaması çok güzel. Ayrıca çok kolay uyguladım ben. Köpüksü bir yapısı var. Birçok MAC ürünü gibi bu da kokusuz.

Resimlerde gördüğünüz gibi sadece göz altlarıma uyguladım. Kirpik diplerime sürmediğimi fark etmişsinizdir. Gece yarısı pek uğraşmadığımı söylemiştim sanırım. İlk resimde çıplak göz, ikinci de sadece MAC Prep+Prime Eye, son resimde ise şurada bahsettiğim Garnier Kapatıcı Roll-On var. İkinci ve son resim arasında pek fark yok gibi geliyor. Bunun nedeni Garnier kapatıcı... Ten rengime uygun olmadığını o yazımda belirtmiştim.


Çıplak Göz - Pek iç açıcı değil 


MAC Prep+Prime Eye


MAC Prep+Prime Eye + Garnier Kapatıcı Roll-On

Tabi üzerine pudra geçince bu görüntüden eser kalmıyor. Mükemmel bir görüntü değil ama ilk resimdeki halinden iyidir. Üstelik siz uygularsanız benim gibi baştan savma yapmayın. Bu ürünü kullanan var mı, memnun kaldınız mı bilmiyorum. Çünkü her kozmetik ürünü gibi bu ürün de kişiye göre değişiklik gösterebilir.

22 Ekim 2011 Cumartesi

The Walking Dead: 2. Sezonuyla Geri Döndü...


Benim yazılarımda -en azından ilk yazdığım dizi yorumları hariç- spoiler pek bulamazsınız. O yüzden rahat rahat okuyun.

Geçen sezon altı bölümlük mini bir dizi olarak yayına başlayan The Walking Dead: Yürüyen Ölüler yeni sezon açılışını yaptı. Haliyle bana da yazmak düştü.

Zombilerle ilgili yapımları sevmiyorum. Film, dizi fark etmiyor. Ölümcül Deney Serisi'nden nefret ederim mesela. Milla'nın oradan oraya zıplayan görüntüsü çok saçma çünkü. Peki, bu diziye nasıl başladım ve neden devam ediyorum?

Bir kere Ölümcül Deney'den çok daha inandırıcı. Yapımlar ne kadar fantastik ya da bilim kurgu olarak lanse edilip, bu gruplara dahil edilse de ben onlarda da birazcık mantık kırıntısı ararım. Ölümcül Deney'de bu yok. Dahası, bu dizide insanlar, şehirler daha gerçekçi. Olaylar, insanların bakış açıları çok daha inandırıcı. Ayrıca bazılarına göre sinir bozucu olsa da bölümlerin az olması nedeniyle tadı damakta kalan bir yapım The Walking Dead...

İlk bölümü izlemeye başladığımda konu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Geçmişe mi dönüş yapılacak -Rick'in hastane odasındaki hali, salgının başladığı ilk zamanlar- yoksa kaldığı yerden devam mı edilecek bilmiyordum. Spoiler bombardımanıyla dolu blog yazılarını okumaktan pek hoşlanmıyorum. Hiçbir tadı kalmıyor o zaman izlemenin. Şunu söyleyebilirim ki -spoiler olmaz sanırım- dizi kaldığı yerden devam ediyor.

Belirtmem gerekir ki, geriye dönüş olsa süper olurdu. Grup nasıl bir araya geldi, Shane ve Lori'nin ilişkisi nasıl başladı, hepsi tek tek cevaplanmış olurdu. Önceki sezon izleyicide çok soru işareti bırakılmıştı. Bu sezon da bu gidişatla devam ederse bütün sorulara cevap alacağımızı sanmıyorum. 

İkinci sezon başlar da ben kendime bir favori seçmez miyim? Elbette, soğuk adamlardan birini daha buldum. Dizide Daryl Dixon karakterini canlandıran Norman Reedus... Daryl'in tavırlarını, Yüzüklerin Efendisi'nin Boromir'ine benzetsem sanırım yanlış olmaz. Başta lanet bir adam gibi görünse de ikinci sezon hem yetenekleri, hem de karakteriyle göz dolduracak gibime geliyor. Hadi hayırlısı...
Son olarak, diziye devam edip edemeyeceğimi bilmiyorum. Bu aralar zombi dizisi izleyesim yok açıkçası. Uzak Doğu'ya diktim gözümü. Üztelik hayvan ölüleri görmekten pek hoşlandığımı söyleyemem. Diyeceksiniz, insan ölüleri iğrendirmiyor da hayvan ölüleri mi iğrendiriyor? Hayvansever olarak dayanamıyorum ne yapayım...

Peki, izleyenler dizinin bu sezonuyla ilgili ne düşünüyor?

20 Ekim 2011 Perşembe

MAC: Fall Colour MSFleri Lightscapade ve Porcelain Pink


Yaklaşık bir ay önce şu yazımda MAC Fall Colour msflerinden bahsetmiş ve Peri Kutusu'na eklemiştim. Koleksiyon dün satışa sunuldu. Daha bir gün geçmeden MAC Bahariye'ye gittim ve ne göreyim, msflerden sadece üç tane kalmış. Lightscapade'in sonuncusunu ben aldım. Şanslı mıyım, yoksa değil miyim bilmiyorum. Çünkü sen o kadar takip et, gün gün geleceği zamanı bekle ve içinde neredeyse hiç mavi olmayan bir taneyle yetin. Halbuki bir ay evvel Temptalia'nın yazısında gördüğüm msfye vurulmuştum. Neyse hiç yoktan iyidir diyerek kendi kendimi avutuyorum.

Porcelain Pink ise allık olarak rahatlıkla kullanılabilecek bir msf... Neyseki onun içindeki altın ışıltıları beni tatmin etti. Lightscapade'yi ise aydınlatıcı dışında far olarak da kullanabilirim. Bir ara diğer msflerimi de burada göstersem mi acaba?

Benim koleksiyondan seçtiklerim sadece bu msfler... Peki, siz koleksiyondan ne seçtiniz? 



17 Ekim 2011 Pazartesi

Personal Taste: Ev Arkadaşınız Gay İse...


Personal Taste uzun zamandır listemde olan bir diziydi. Konu olarak bana çok cazip gelse de başrolde oynayan Lee Min Ho'yla aram pek iyi olmadığı için sürekli erteliyordum. Lee Min Ho'yla alıp veremediğim bir şey yok ama Boys Over Flowers'ta dörtlü içinde en sevmediğim oydu. Gıcık kaptım sanırım.

Gelelim dizinin konusuna; Park Gae İn, aşk hayatı pek de parlak olmayan, üstelik sıradan her kızın becerebildiği işleri bile yapamayan -bakınız temizlik, yemek yapmak v.s.- mobilya tasarımcısı bir kızdır. Jeon Jin Ho ise tam tersine bir erkeğe göre oldukça hamarat, üstelik kadınların dilinden çok iyi anlayan ama bunun dışında soğuk nevale kılıklı bir mimardır. Jin Ho, bir tasarımı nedeniyle Park Gae İn'in evinde yaşamak zorunda kalınca erkek kimliğini gizleyerek gay olduğunu söyler ve olaylar gelişir.

Dizinin konusu bir zamanlar Berna Laçin'in oynadığı Evdeki Yabancı adlı yapıma benziyor. Güney Kore de genel aile yapısı bakımından Türkiye'ye çok benziyor. O ülkede de beraber yaşayan çiftlere çok ılımlı yaklaşıldığı söylenemez. Bu nedenle dizide yaşanan bazı olaylar, gelen tepkiler size de çok yakın gelebilir.

İlk olarak belirtmem gerekir ki ilk birkaç bölümde çok sıkıldım. Komedi tarzında bir dizi olarak lanse edilse de dram başlarda daha çok yer alıyordu. Bir ara kapatmayı bile düşündüm ancak bu kadar beğenildiğine göre izleyenlerin bir bildikleri vardır diye geçirdim içimden. Nitekim sonraki bölümlerde beni hayal kırıklığına uğratmadı.


Buna rağmen komedi sahneler yok muydu? Elbette vardı. Özellikle yukarıdaki resimdeki sahne ilk bölümdeydi ve izlediğim zaman bilgisayarın karşısında gülmeden duramamıştım.
Dizide neler var? Bir kere başroldeki kızımız çok tatlı... Yemek yemeyi, arkadaşlarıyla eğlenmeyi çok seviyor. Mimikleri, verdiği tepkiler çok şeker... Coffee Prince'deki erkek kızımız benim favorimse, bu kız da ikinci sırada artık ya da Protect The Boss'takinden sonra üçüncü...

Park Gae İn, kendi deyimiyle hiçbir şeyi beceremeyen bir insan... İşinde dibe vurmuş, erkek arkadaşı onu aldatmış, en yakın arkadaşı ona kazık atmış. Üstelik etrafındaki her şeyden bihaber... Öyle ki sevgilisinin, en yakın arkadaşıyla evlenmek üzere olduğunun bile farkında değil. Dahası borç batağında... Buna rağmen mide bulandırıcı bir iyimserliği var. Bazen izlerken delirebilirsiniz. O yüzden uyarmadı demeyin.

Bir bayan olarak eleştireceğim diğer hususta giyim tarzı... Tamam, benim de eşofmanla alışverişe gittiğim çok olmuştur ama onu bile giymenin bir adabı, erkanı var. Böyle bir zevksizlik abidesi de görülmemiştir herhalde... Göz zevkimi bozdu dizi boyunca.

Bunun dışında sevdiğim diğer bir özelliği de mobilya tasarımcısı olmasıydı. Şu an aynı sektörde olduğumuz için kendimi ona çok yakın hissettim. Benim bildiğim mobilya yapan insanlar hep ellerinde keser, testere olan iri kıyım adamlar... Bu narin yapılı hatunu biraz garipsedim başta. Ancak ağaçlardan, modellerden falan bahsederken sanki ben de oradaymışım gibi hissettim.

Gelelim erkek karakterimize... Öncelikle karaktere hayat veren Lee Min Ho'dan bahsetmek istiyorum. Ben bu adamı sevmiyorum arkadaş. Ne yapayım? İçim ısınmıyor. Burada canlandırdığı karakter de ne kadar düzgün, hayran olunacak biri olsa da sevemedim gitti bir türlü. Nerede bir soğuk nevale tipler var, buna bulup veriyorlar anlamadım ki.

Jin Ho, borç batağında bir mimarlık ofisine sahip ve sırf şirketi için Park Gae İn'in evinde kalmaya razı oluyor. Ancak başta öyle uyuzlukları var ki ilk iki bölümde deli oldum. İzleyen herkeste büyük ihtimalle benim gibi düşünmüştür. Bu kadar kaba bir insan olabilir mi? 

Dahası kızımız için bahsettiğim durum bu bey için de geçerli... O pantolonlarda neydi öyle? Kaprilerden soğuttun beni dizi boyunca. Ayrıca yanından ayırmadığı o çanta da bayan işiydi. Aksini iddia etmesin kimse...


Başrollerin dışında diziye renk katmak için iki tane de yan karakterimiz bulunuyor. Biri Gae İn'in sevgilisi Chung Ryul, diğeri ise Kim İn Ne... Bunlar o kadar sinsi insanlar ki izlerken ikisini de boğmak isteyebilirsiniz. Üstelik çok iyi de iş çevirebiliyorlar. Buna kendi evlilikleri de dahil... Ancak kazma kuyumu, kazarlar kuyunu hesabı işleri pek yolunda gitmiyor. Buna rağmen bu ikisi ne kadar kötü olsalar da, karizma tam yerindeydi dizi boyunca. Giyimlerinden, konuşmalarına, mimiklerine örnek gösterilecek karakterlerdi. Yiğidi öldür hakkını yeme şimdi...

Bunların dışında benim favorim ise Gae İn'in yakın arkadaşı; Yong Raa... Her insan böyle bir arkadaş ister. Deli dolu, maceracı, üstelik çok korumacı... Jin Ho'nun evde kalmasını o destekliyor zaten. Ancak yeri geldiğinde de Kim İn Ne'ye tokat atacak kadar da cesur.

Jin Ho'nun arkadaşıyla olan diyalogları ise süperdi. Abla, abla diye peşinden koşarken gülümsemenizi tutamayacaksınız. Kendisinin bir düşüncesi de; "Gay arkadaş fantastiktir." Nokta...

Gerçekten öyle midir? Gay bir arkadaş, sizinle alışverişe çıkar, erkekler konusunda çekinmeden konuşur, size tavsiyeler verir, hatta ve hatta size iç çamaşırı seçmenizde bile yardımcı olur. Yanında makyaj yaptığınızda sıkılmaz. Dahası yardımcı bile olur. Bu ve buna benzer mevzularda geçiyor dizide.

Diğer bir favorim ise Müdür Choi Don idi. Kendisini hem çok sevdim hem de çok üzüldüm. Mutluluğu hak eden başlıca karakterdi bence. Ancak espri anlayışı sıfırdı. Eh, o kadar kusur kadı kızında da olur.

Klişe bir şekilde başlasa da izlenebilir bir dizi Personal Taste... Tam bir kız dizisi de diyebiliriz. Zira bir sürü erkek konuyu pek sevmeyebilir. Neden acaba? Dahası çekim teknikleri, hanok denen geleneksel Kore evlerinin de dizide yer alması, sonunda güzel bir şekilde diziyi bağlamaları hoşuma gitti. Kore dizilerinde hep sonunda batırırlar. Ya 3-5 yıl bekleme süresi vardır ya da gereksiz bir şekilde dizi 3-4 bölüm uzatılır. Dizide bu ikisi de yoktu.

Gelelim son olarak Peri'nin notuna: 10 üzerinden 7...

Kungfu Ramen: Bir Ramen Markası Daha


Biz Uzak Doğu severlerin en büyük tutkularından biri de yemekleri... Türkiye'de, Uzak Doğu mutfağına ait restoranlarda giderek artıyor. Eh gidemeyenlerin de imdadına paket şeklinde ramenler yetişiyor. Gerçi hazır olduğu için elle yapılanların yerini tutar mı bilinmez ama en azından damak zevkleri hakkında bir bilgi ediniyoruz.  


Şuradaki yazımda Migros'ta rahatlıkla bulabileceğiniz Leader Ramen'den bahsetmiştim. Bunun dışında bizim mahalle arasındaki markette Kungfu Ramen'i tesadüf eseri gördüm. Kendisi sessiz sakin makarnaların arasında bulunmayı bekliyormuş. Hemen aldım. Gerçi annem "Evde makarna dolu ne yapacaksın bunu?" şeklinde söylendi ama olsun.


Geçen hafta evin bana kalmasından dolayı -annemlerin gecikmiş Ankara seyahati dolayısıyla- ben de rameni çıkartıp tadına bakmak istedim. İtiraf etmem gerekir tadı, yumuşaklığı Leader Ramen'den daha güzel...


Son olarak resimde gördüğünüz çubukları Amerika'da bulunduğum dönemde Çinli bir tanıdık hediye etmişti. Aslında bir avuç dolusu vermişti ama aç gözlülük olmaması için ben sadece tek bir çifti kabul etmiştim. Şimdiki aklım olsa hepsini cebe indirirdim. :)

 
Peki, sizin favori ramen markanız ne? Tavsiyeleriniz var mı?

14 Ekim 2011 Cuma

Protect The Boss: Böyle Patrona Can Kurban!


İşte son gözdem... Geceleri uykusuz kalarak izlediğim dizi... Onca KDrama izledim ancak bu kadar tatlı bir dizi daha görmedim. Coffee Prince'in ya da You Are Beautiful'un da hakkını yemeyeyim ama bu dizinin yeri artık benim için bambaşka...

İtiraf etmeliyim başta diziye biraz soğuk yaklaştım. Aslında komedi tarzında bir dizi araştırıyordum ancak Korea-fans'ta melodram diziler bölümünde bu dizinin tanıtımını okuyunca bir şans vermeye kadar verdim. Şahsen neden dizinin tanıtımını o bölümde yapmışlar onu da anlayamadım. Komedi bölümünde olsa daha iyi dururdu. Çünkü 8 bölüm izledim daha dram işin içine pek girmiş değil. Sevdim bu diziyi anlayacağınız. Hem de çok sevdim...

Her zaman Ugly Betty'in Güney Kore versiyonunun çekilmesini isteyen biriyim. Ancak böyle bir yapım ne yazık ki şimdiye dek göremedim. Bu dizi en azından biraz olsun beni unutlandırdı. Patron-asistan konulu diziler hep ilgi çeker zaten.  

Gelelim konusuna; No Eun Sul, 3. sınıf bir üniversiteden mezun, çok başarılı bir eğitim hayatı olmayan, bunun dışında her türlü serseriliğe bulaşmasına rağmen, geçmişine mazi diyerek iyi bir işin peşinde koşan bir kızdır. Bir gün talih ona da güler ve büyük bir şirkette patronlardan birinin sekreteri olarak çalışmaya başlar. Ancak bu iş sandığı kadar kolay olmayacaktır. No Eun Sul kendini bir anda manyak bir patronla karşı karşıya bulur. Eğlence de burada başlar.  

Öncelikle sizi uyarmalıyım. Bu dizide normal tek bir insan yok. En küçüğünden, yaşlısına kadar herkeste bir manyaklık mevcut. Böyle olması da gerçi izleyicinin lehine. Çünkü ne kadar manyak varsa, konu o kadar renkli ve komedi düzeyi de o kadar fazla oluyor. En duygusal aşk itiraflarının olduğu ya da dram sahnelerinin geçtiği yerlerde bile tek bir kelime bile sizi kırıp geçiriyor. Böyle dedim ama gerçeklik de dizide iyi işlenmiş. Trajikomik sıfatı bu diziden başka bir şeye söylenemezdi herhalde.  Gifler herhalde ne demek istediğimi anlatıyordur.

Bir kere sekreterimizin hayatı çok tanıdık... Bütün orta gelir düzeyine sahip insanların yaşadığı sıkıntıları o da yaşıyor. Geçim sıkıntısı, ödeyemediği borçlar, bunun dışında okul hayatı hepsi o kadar tanıdık ki belki de hayatınızdan bir kesiti görüyormuş gib hissediyorsunuz. Böylece daha ilk dakikalarda dizi sizi kendine bağlıyor.
   
Patron Ji-Hun'u anlatmaya nereden başlasam bilmiyorum. Dünyada böyle bir müdür var mıdır acaba? Bence kesin yoktur. Zira o kadar aykırı bir karakter ki kimse onunla baş edemiyor. Mimikler konuşma tarzı, giyimi bile bir garip... Hangi patronun spor ayakkabı, sırf çantası ve takım elbise ise arz-ı endam ettiğini görebilirsiniz ki?Tam bir psikopat gibi görünse de aslında dünya tatlısı bir insan... Şeker mi şeker... Yanaklarını sıkasım var.

Dizide ikinci kadın olan Sea Na Yoon ise daha yeni bitirdiğim Personal Taste'in Kim İn Nee'siydi ve nefretlik bir karakter olarak görmüştüm. Bu kadına herhalde kötü kadın rolleri yapışmış kalmış. İkinci plana atılıp duruyor. Ancak Personal Taste gibi bir durum var gibi gözükse de bu dizideki karakteri çok farklı. Çok cool biri gibi dursa bile onun manyaklıkları da mevcut. Bir şekilde bize kendini sevdirmeyi beceriyor.

Favorimi en sona sakladım. Ji-Hun'un kuzeni Moo-Won, tam bir karizma abidesi... Siz öyle olduğuna bakmayın. Dizide olmadık sahnelerde yaptıklarıyla kendisini bize sevdiriyor. Normal insan yok dedim ya onun kanıtı gibi... Giyiminden, iş yaşamına, konuşmasına kadar herkes onu örnek gösterse de o işe yaramaz kuzeni Ji-Hun'u kıskanıyor. Onun gibi olamadığı için zaman zaman kendisine kızıyor. Karaktere hayat veren ve aynı zamanda şarkıcı olan Hero Jae Joung ise rolün altından başarıyla kalkmış.Üstelik bu hali çok daha karizmatik olmuş. Sizce de öyle değil mi?

Genelde bu tarz soğuk, ağır abiler dizilerde sevilmez. Ji-Hun gibi daha sıcak kanlı başroller beğenilir ama benim favorilerim hep bu karizma adamlar. Eğer onlar olmasa biz başroldeki şirinlerin değerini nasıl bilirdik?
Sonuç olarak izlenmesi gereken diziler listesinde başı çeken bir yapım olmalı Protect The Boss... Hala izlemediyseniz neden hala bekliyorsunuz. Download tuşuna gitsin eller... Peki, izleyenler neler düşünüyor?

9 Ekim 2011 Pazar

Uzak Doğulu Kadınların Güzellik Sırları Nedir?


Nedir senin bu Uzak Doğulular'la derdin dediğinizi duyar gibiyim. Bu ara yine Uzak Doğu yapımlarına kafayı taktım. Hal böyle olunca onlar hakkında yazmamak olmazdı.

Bu konuda uzman falan değilim. Olduğumu da iddia etmiyorum. Biraz kendi bildiklerimden, biraz araştırma yaparak bu yazıyı yazdım. Bir hata varsa ki -ben de insanım- hemen atlamayın.

Güzellik, bakım, kozmetik ürünleriyle biraz olsun ilgiliyseniz, Uzak Doğulu kadınların diğer coğrafik koşullardaki hem cinslerine göre daha bakımlı ve daha sağlıklı bir cilde sahip olduklarını görmüşsünüzdür. Üstelik yaşıtlarına göre de daha genç gösteriyorlar. Bu da bir gerçek...

Uzak Doğulular'ın elbette genetik yapıları bizden farklı. Ancak Türkler'in de bir zamanlar Orta Asya'dan göçtüklerini düşünürsek ortak yanlarımız yok değil. Etrafınızda çekik gözlü arkadaşlarınız varsa büyük ihtimalle genlerine çok fazla batılı DNA'ları karışmamış demektir. Hatta bir ara asıl Türkler onlar gibi bir şeyler okumuştum. DNA meselesini eleyerek diğer etkenlere geçiyorum. Çünkü bu konuda yapabileceğimiz pek bir şey yok.

İkinci en büyük neden ise yeme alışkanlıkları... Yağsız, tuzsuz lapaları, kimchi denen bol baharatlı sosları, masalarından eksik etmedikleri turşuları meşhur. Küçücük tabaklara hazırlanmış sofraları, bunları incecik çubuklarla yemeleri de ayrı hikaye zaten. Ayrıca denizden çıkan her şeyi yiyorlar. Yosun çorbaları, binbir çeşit balıkları ve bunlardan yaptıkları yemekleri de cabası... Ne kadar sağlıklı beslendiklerini söylememe gerek yok sanırım.

Uzak Doğulular'ın hepsi olmasa da geneli yağlı bir cilde sahip. Yağlı cilde sahip kişilerin, kuru ciltlilere oranla kırışıklarının daha geç ortaya çıktığı bir gerçek. Ben değil, araştırmalar söylüyor bunu. Bu nedenle çıkardıkları ürünler de genelde yağlı ciltlere yönelik oluyor. Bu demek değil ki kuru ciltlere yönelik ürün yok. Var elbette ama yağlı ciltlere özgü olanlar kadar fazla değil. Bu yüzden likit ürünler yerine genelde pudra tarzında ürünlere yöneliyorlar.

Uzak Doğulu firmaların en büyük kozu ise BB Creamler... Uzak Doğu menşeili neredeyse bütün firmaların BB Creamleri mevcut. Türkiye'de de birçok fanatiği olan Missha bunlardan sadece birisi. Güney Kore menşeili Etude House, Skin79, Skinfood'un, Japon markaları, Kanebo ve Shiseido'nun da BB Creamleri bulunuyor. Batılı markalar da bu durumdan haberdar olmalı ki birkaç marka BB creamlerini piyasaya sürmüş. Uzak Doğulu rakipleri kadar tutar mı bilmiyoruz. Bunu zaman gösterecek.

Uzak Doğulu kadınların bir takıntısı da whitening kremler... Cildi beyazlaştırdığı düşünülen bu ürünlere rağbet çok fazla. Hatta son dönemlerde bu çılgınlık cilt bakım ürünlerinden, pudra, fondöten tarzı makyaj malzemelerine kaymış durumda. Üstte bahsettiğim markaların bu tarz ürünleri de mevcut. Peki, bu ürünlerin içerisinde ne bulunuyor? 

Whitening kremlerin ana maddesi pirinç... Hintli kadınlar yıllar evvel pirinci haşlayıp, suyunu yüzlerinin rengi açılsın diye sürerlermiş. Görünen o ki Uzak Doğulu kadınlarda bu sır şimdi çok moda...  Eskiden Avrupa'da güneşten olabildiğince uzak durulurmuş. Ne kadar beyaz bir teniniz varsa, bu sizin o kadar yüksek bir mevkide olduğunuzun kanıtı gibiymiş. Ancak yıllar geçtikçe bronz ten yükselişe geçmiş. Biz şimdilerde güneşin altında saatlerce yatalım. Cildimizin yaşlanmasına, o lekelere, benlerin oluşmasına en büyük neden de bu zaten.  

Son olarak Uzak Doğulu kadınlara bunlar da yetmediyse kendilerini doktorların ellerine bırakmaktan çekinmiyorlar. Özellikle göz yuvarlaklaştırma ameliyatı, diş protezleri Uzak Doğu'da çok yaygın. Ünlülerin bir çoğu da estetikli... Beğenmedikleri bir yanları varsa soluğu hemen estetik cerrahlarda alıyorlar.  

Benim nacizane kalemimden dökülenler şimdilik bunlar... Peki, size göre en büyük sırları neler?
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...